Acı Aşk
Türk sineması, 1990’ların başlarından günümüze tarihinin en önemli dönemlerinden birini yaşıyor. Sinemamız hakkında bu yargıya varmamıza neden olan olgu ise, kişisel dünyalarını kendilerine özgü anlatım yöntemlerini kullanarak film yapan yönetmenlerimizin bu dönemde belirgin olarak artmış olması. Bu dönemde sinemamız, dışımızdaki dünyayı, yaşamı taklit etme sürecinden, bizzat o sürece tanıklık etme, oluşturma, yaşamı ve insanı daha doğrudan ve var olan zaaflarıyla da gerçekçi ve yaratıcı bir şekilde ele alma, yansıtma açılarından öne çıkıyor…
ACI AŞK
Yönetmen : A.Taner Elhan
Oyuncular: Halit Ergenç, Cansu Dere, Songül Öden, Ezgi Asaroğlu
Görüntü Yönetmeni: Vedat Özdemir
Senaryo: Onur Ünlü
Müzik: Fairuz Derin Bulut
Kurgu: Ahmet Can Çakırca
Yapımcı: Timur Savcı
Yapım: Tims Production / Türkiye / 2009
Türk sineması, 1990’ların başlarından günümüze tarihinin en önemli dönemlerinden birini yaşıyor. Sinemamız hakkında bu yargıya varmamıza neden olan olgu ise, kişisel dünyalarını kendilerine özgü anlatım yöntemlerini kullanarak film yapan yönetmenlerimizin bu dönemde belirgin olarak artmış olması. Bu dönemde sinemamız, dışımızdaki dünyayı, yaşamı taklit etme sürecinden, bizzat o sürece tanıklık etme, oluşturma, yaşamı ve insanı daha doğrudan ve var olan zaaflarıyla da gerçekçi ve yaratıcı bir şekilde ele alma, yansıtma açılarından öne çıkıyor. Bu bağlam sanatçının kişisel dünyasını sahici ve bir meta olarak ele almadan yansıttığı filmler de yapabildiği bir dönem olarak sinemamıza damgasını vuruyor. Türk sineması bu dönemde geçmişin zaaflarını, sinema dilinin eksiklerini günümüzde hemen hemen çözümledi. Ama bu süreç “çocukluk hastalığı” zaaflarını tümüyle gideremedi.
“Acı Aşk”, Taner Elhan’ın ilk uzun metrajlı filmi. Film sinema tarihinde ele alınmış üçlü aşk temasına yoğunlaşıyor. Bu temayı içeren filmlerin en bilinenlerinden biri, Yeni Dalga’nın önemli yönetmenlerinden olan Francois Truffaut’nun yönettiği “Jules ve Jim” (1962) dir. Filmin başrollerini Jeanne Moreau, Oskar Werner, Henri Sere paylaşmışlardır. Acı Aşk’ın başrollerinde ise, televizyon dizilerinin star oyuncuları Halit Ergenç (Orhan), Cansu Dere (Oya) ve Songül Öden (Ayşe) oynuyorlar.
Film sevgi, ihanet, sadakat, saygı, kıskançlık, bağlılık, arzu gibi insana özgü hasletleri sorguluyor ve seyirciye de bu soruları soruyor ve ondan sorgulama yapmasını istiyor. Filmi üçlü aşk diye tanımlasak da, zorlama bir üçüncü kadının eklenmesiyle ve onlarla ilişkisi olan erkeğin üzerine kurulmuş bir dörtlü aşk da denilebilir. Ama aşk bağlamında bakıldığında üçlü aşk tanımlaması yanlış olmaz.
Orhan, Eskişehir’de yaşayan, Ayşe adında çekici sevgilisi olan bir akademisyendir. Orhan, Ayşe ile evlenmeyi düşünürken ummadığı bir anda onun kendisini aldattığına tanıklık eder. Gururu ve erkeklik onuru zedelenen Orhan, iş değiştirerek Ayşe’yi terk eder ve İstanbul’da bir üniversitede çalışmaya başlar. Bu arada çalıştığı üniversitede okumakta olan Oya isimli fotoğrafçı bir genç kadınla tanışır. Kısa sürede birbirlerine aşık olur ve evlenirler. Fakat trafik canavarı ağlarını örer ve geçirdikleri kaza sonrasında Oya kör olur. Sevdiği kadını bu şekilde görmeye dayanamamaktan çok bencillikten kaynaklanan nedenlerle, Orhan, Oya’dan uzaklaşmıştır. Bu arada yaşamına giren ve başını derde sokan öğrencisi Selda ile kısa bir ilişki yaşar. Diğer yandan terk ettiği sevgilisi Ayşe’nin, karşı dairelerine taşınmasıyla işler karışır.
Taner Elhan’ın, sinemaya ilişkin yaklaşımlarını tanımıyoruz. Acı Aşk, yönetmenin kendini ifade etmesi açısından bize bir fikir veriyor, sineması ve ne yapmak istediği hakkında düşünmemizi sağlıyor. Sinema her ne kadar pek çok sanatçı ve teknik elemanın bir araya gelerek ürettiği kolektif bir sanat dalı olsa da, sonuçta yönetmene mal edilen bir sanat. Dolayısıyla belki bazılarının biraz abarttığı şekilde, yönetmen sinema için tanrı olarak kabul edilir. O, gerektiğinde sanatçı kimliğinin sınırlarını istediği anlatım dilini kurmak ve onu ifade eden görüntüleri oluşturmak açısından zorlayabilir. Daha da ötesinde zaten bu zorlamaları yapan kişiler “sanatçı” olarak anılır. Bu bağlamda temiz bir şekilde öyküsünü anlatmaya başlayan Elhan, görüntü sanatının olanaklarını ve 4K bir kamera olarak her geçen gün sinema sektöründe film kameralarıyla rekabetinde yol kat eden Red One’ın görüntüleri ve görüntü yönetmeni Vedat Özdemir’in ışık tasarımı ve görüntülerinden de önemli bir destek alıyor.
Yönetmen, müzik kullanımında ise karma bir yol tutturmuş gibi görünse de, filmini iyice zora soktuğu final ile de müzik seçimi hakkında bize, seyircilere seçiminin ipuçlarını hissettiriyor. İzmir’in zengin bir ailesinden gelen ve Türk burjuvazisinin bir mensubu olduğu varsayılan Orhan, bu varsayımla çelişen yaklaşımlar sergileyerek her sıradan Türk erkeği gibi maço davranışlar sergiliyor ve gerektiğinde sınırı aşan öğrencisini tekme tokat dövüyor ya da başına bela olan kız öğrencisinden intikam almak için onu mafyaya dövdürüyor. Bu davranış patalojileri ise, arabesk müzik temalarıyla çağdaş müziğin karışımına dayanak oluşturuyor, Orhan’ın davranışlarının ipuçlarını oluşturan bir leit motive işlevi görüyor.
Yönetmenin öyküsünü anlatmak bağlamında ele aldığı karakter seçimleri ise, filmin diğer anlamsız bir noktasını oluşturuyor. Orhan’ın neden akademisyen olarak seçildiği belli değil. Belli olması gerekir miydi diye bir soru sorulduğunda ise, yanıtı sanırım evet olmalıdır. Akademisyenler, Türkiye’de bilimin çok az ilgi çekmesinden dolayı ve ülkemizin evrensel geçerliliği yetersiz bir bilim ortamına sahip olmasından dolayı, Türk filmlerinde sıklıkla ele alınan karakterleri oluşturmazlar. Bu bağlamda yönetmenliğini Tunç Başaran’ın yapmış olduğu 2000 yılı yapımı olan “Abuzer Kadayıf” filminde, bütün şematik anlatımına karşın İbrahim Tatlıses’i fena halde anımsatan bir türkücüyle bir öğretim üyesinin aynı kişi olarak seçilmesi bile çok zorlama kalmıyordu. Acı Aşk’taki Orhan’ın, akademisyen olarak seçilmesi, yönetmenin 1980’ler sonrasında değişen Türk insanı imajında her kesimden insana yer olabileceği, genç kızların deyimiyle “ciks” öğretim üyelerinin de karşımıza çıkabileceği gerçeğini düşündürtmek isteğinden kaynaklanıyor olabilir.
Filmin diğer ana karakterleri olan Oya ve Ayşe de, bu üçlü aşk oyununda, derinlikli, karmaşık bir ilişkinin figürlerini oluşturmaktan öte, yüzeysel ve cinselliğe dayanan bir ilişkinin figüranları gibi duruyorlar. Oya’nın kısmen yaşama ilişkin beklentileri ve yaklaşımları, filmin finali haricinde gerçekci bir izlenim oluştursa da, Songül Öden’in canladırdığı Ayşe karakterinin şuh ve boş bakışları ve güzelliğini sergilemekten başka bir özelliğini yansıtmayan oyunculuğu, böyle bir kadının maço da olsa Orhan gibi bir karakteri neden etkilediğini anlatmıyor. Film boyunca genellikle zayıf kişilikli, nahif ve sevimli bir kız çocuğu görüntüsü çizen Cansu Dere’nin canlandırdığı Oya’nın ise, filmin sonunda Orhan’ın ilişki kurduğu öğrencisi Selda’yı öldürmesi anlamsız bir finale tüy dikiyor. İşte bu bağlamda yazımızın başında bahsettiğimiz yönetmenin istediği dünyayı kurma (gerçekte senarist Onur Ünlü’nün dünyası olarak görünüyor) adına gerçekleştirdiği zorlamalar, pozitif anlamda değil, negatif anlamda filmde öne çıkıyor. İnsan ister istemez Ferzan Özpetek’in yönettiği ve başrollerinde Giovanna Mezzogiorno, Raoul Bova ve Massimo Girotti’nin oynadıkları 2002 yapımı “Karşı Pencere” (La Finestra di Fronte) filmini ve onun derinlikli dünyasını anımsamadan edemiyor.
Taner Elhan’ın, filmini bir Türk filmi gibi bitirmek isteği haklı bir talepten kaynaklanıyor olabilir. O da Türk toplumunda eğitimli ve burjuva sınıfına mensup bir erkeğinin de, aslında varoşlarda yaşayan bir erkeğin içgüdüsel tepkilerinden daha farklı tepkiler göstermeyebileceği olasılığıdır. Diğer yandan bu olasılık, filmin dünya görüşünü haklı çıkarabilecek veriler taşısa da, Yeni Türk Sineması olarak isimlendirilen bu dönemde, film sayısının artması olumlu bir olgu olarak görünmekle birlikte, yönetmenlerin de şanslarını iyi kullanmaları gerektiğini düşündürtüyor. Televizyon dizileri yeterince halkın beklentilerine yanıt veriyor ve diğer bir deyişle televizyon dizilerinin estetiğini halkın beğeni düzeyi oluşturuyor. Sinema sanatı örneği olduğu iddiasıyla gerçekleştirilen yapımların ise, klip ve dizi film estetiğinin sınırlarını aşması gerekiyor.
Ünlü gazeteci rahmetli Metin Toker’in: Burası Türkiye, burada Türkler yaşar, Türkler Türk gibi yaşar diye bir tekerlemesi vardı. Sanırım yönetmen A.Taner Elhan’da, filminden aldığımız belirtilerden, filmini bir Türk filmi gibi bitirmek isterken senaristin etkisi ve çelişkili tercihiyle, ilk uzun metrajlı filminde geleceğe dönük belirgin bir umut yaratamıyor.
Bülent VARDAR