Kısafilm

THE IRISHMAN

The Irishman Film Analizi

THE IRISHMAN
THE IRISHMAN

Yönetmen: Martin Scorsese

Senaryo: Steven Zaillian

Oyuncular: Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci, Harvey Keitel, Ray Romano, Bobby Cannavale, Anna Paquin, Stephen Graham, Stephanie Kurtzuba, Jack Huston, Kathrine Narducci, Jesse Plemons, Domenick Lombardozzi, Paul Herman, Gary Basaraba, Marin Ireland

Görüntü Yönetmeni: Rodrigo Prieto

Kurgu: Thelma Schoonmaker

Müzik: Robbie Robertson

Yapım Yılı ve Süre: 2019/209 dk.

Yıllar hızla akıyor, bizlerde hızla yaş alıyoruz. Kuşkusuz bu durum yaşamın değiştirilemez bir gerçeği ve nerede yaşar ve hangi milletten olursanız olun, bu süreç her insan için aynı biçimde işliyor. Özellikle suç öyküleriyle öne çıkan filmleri klasikler arasında yerini almış duayen yönetmen Martin Scorsese, artık emekliliğe hazırlandığından mı bilinmez, bu defa gişe stresi yaşamadan işini garantiye aldığı yeni bir mafya öyküsüyle, dijital platformların yükselen yıldızı Netflix’de karşımıza çıkıyor. Güçlü bir tanıtım kampanyasıyla aylar öncesinden duyurulan ‘The Irishman-İrlandalı’ adı geçen platformda gösterime girerken, belki de en çok izlenilen Scorsese filmlerinden birisi haline gelecek. Her ne kadar biz beyaz perdeyi tercih edenlerden olsak da.

Başrollerinde Robert De Niro, Al Pacino, Joe Pesci ve Harvey Keitel’i bir araya getiren Martin Scorsese imzalı The Irishman, İkinci Dünya Savaşı gazisi mafya tetikçisi Frank Sheeran’ın gözünden savaş sonrası Amerikası’nda organize suç dünyasından bir kesiti anlatıyor. Kamyoncular sendikasının efsanevi lideri olan ve ortadan kayboluşu Amerikan tarihinin aydınlatılmamış en büyük gizemlerinden birisi haline gelen Jimmy Hoffa’nın kayboluşunu da konu alan film, seyirciyi, organize suçun perde arkasında yaşanan çatışmalar, rekabet ve siyasi bağlantılarla dolu bir yolculuğa çıkarıyor.

Charles Brandt’ın “I Heard You Paint Houses-Evleri Boyadığını Duydum” adlı kitabından uyarlanan ‘The Irishman’ New York’ta çekilmiş. Filmde yenilikçi gençleştirme teknikleri kullanıldığı belirtilse de, hiçbir şey doğal süreci engelleyemiyor. Artık, bu önemli oyuncuların emeklilik dönemi gelmiş ve genç yaşlardaki performanslarına kıyasla geriye düşmeye başlayan karakterler olduğunu görmek için, çok deneyimli gözler gerekmiyor. Filmin Al Pacino ve Martin Scorsese’yi ilk kez bir araya getirdiğini hatırlatmak gerekirken, Martin Scorsese ve De Niro’nun 9. kez, Al Pacino ve Robert De Niro’nunda 4. kez bir araya geldiğini yapım notlarından öğreniyoruz. Bu noktada Al Pacino ve artık yönetmenliğe soyunan Greta Gerwig’in baş rollerde olduğu, ilerleyen yaşının bir sahne starına olan dramatik etkisini başarıyla anlatan Barry Levinson imzalı Dönüm Noktası’nı (The Humbling) 2014 hatırlıyoruz. Dolayısıyla artık 80’li yaşlara erişmek üzere olan oyuncularıyla The Irishman, bizim gözümüzde, vefalı dost Martin Scorsese’nin dikkatle hazırladığı ve oyuncularının geçmişte öne çıktıkları performanslara göndermede bulunan bir tür sinematografik jübile haline geliyor. Diğer yandan Robert De Niro ve Joe Pesci ise 22 yıl sonra tekrar aynı filmde rol almışlar.

Mafya tetikçisi ve savaş gazisi Frank Sheeran, sağlık sorunları ve ilerlemiş yaşından ötürü bir huzur evinde yaşamaktadır. Geri dönüşlerle hikayesini anlatmaya başlar. İkinci Dünya Savaşı sona ermiş ve her savaş gazisi gibi Sheeran’da hayatını kazanmaya odaklanmıştır. Kamyon sürücülüğü yaparak para kazanmaya çalışan Sheeran, bir mola esnasında tesadüfen karşılaştığı ve kamyonunun arızasına çözüm bulmakta yardımcı olan Russell Bufalino (Joe Pesci) ile dost olacak ve akıl hocalığı’na dönüşecek bu dostluk, ona başka bir dünyanın kapılarını açacak ve hikayesinin temelini oluşturmakta katkı sunacaktır. Casino (Casino 1995) ve Sıkıdostlar (Goodfellas 1990) gibi Scorsese filmlerindeki hırçın, şiddet dolu ve dengesiz karakterleri canlandıran ve uzun süre beyaz perdeden uzak kalmış Joe Pesci’nin, daha ağırbaşlı ve artık ilerlemiş yaşına yakışan bir karakterle filmde yer bulduğunu görüyoruz. Harvey Keitel’de Angelo Bruno rolüyle karşımıza çıkıyor. Kare asımızı Jimmy Hoffa rolüyle Al Pacino tamamlıyor. Bu noktada ‘The Irishman’ yalnızca bir tür ‘jübile filmi’ olmadığı gibi, erkek karakterlerinin öne çıktığı ve kadın karakterlerin tamamen silikleştiği bir film haline geliyor. Özellikle, gözlerimiz Casino’daki muhteşem Sharon Stone’u arıyor, ancak bu filmde karşılaştığımız kadın karakterlerin bizlere benzer etkileri yaşatmaktan oldukça uzak olduğunu hatırlatırken, huzur evi atmosferinin filmin bütününe yayıldığını belirtmek hiç de abartılı sayılmayacaktır.

The Irishman, Yönetmen Martin Scorsese’nin bilindik suç öyküleriyle öne çıkan sinema üslubunu yansıtan bir film olarak hemen dikkatimizi çekiyor. Film Netflix ekranlarında dahi farklı bir sinema anlayışıyla küçük de olsa bir fark yaratıyor. Özellikle sinematografisi yönünden sürprize yer olmadığını görüyoruz. Filmin final jeneriği dahi Netflix’deki filmlerden ayrışıyor. Artık yaşını almış olsa da, Scorsese’nin gedikli oyuncusu Robert De Niro ve bu oyuncuyla özdeşleşmiş sert adam karakterleri bakımından da değişen bir şey yok. Doğal olarak gözünüz performansları bakımından, Baba üçlemesindeki Al Pacino ve acımasız tetikçi rolleriyle hatırladığımız kıyıcı karakter Joe Pesci’yi arıyor. Filmde kıyıcılıkta bir eksilme olmasa da, Scorsese’nin tüm sinematografik çabalarına karşın, artık bu karakterlerin inandırıcılığının oldukça aşındığını görüyoruz. Yenilik olarak sunulan makyaj teknikleri bizce yetersiz kalıyor ve aksine bir etki yaratıyor. Ana karakterlerin bir tür balmumu tiplemelere dönüştüğü hissine kapılıyorsunuz. Özellikle bir atmosfer yaratma sanatı olan sinemada, seyircinin görsel olarak ikna edilmesi önem kazandığından, bu durum zaman zaman ‘sanki bir mafya parodisimi seyrediyoruz’ etkisi yaratıyor.

Akademi Ödülü, BAFTA ve Altın Küre gibi prestijli sinema ödüllerinin sahibi Amerikalı film yönetmeni, senarist ve yapımcı, Sicilya kökenli bir aileden gelen ve tam adıyla yazacak olursak Martin Luciano Scorsese, Queens doğumlu ve bugün 77 yaşına gelmiş durumda. New York’da Küçük İtalya olarak anılan, aynı etnik kökenden insanların komşuluk yaptığı bir bölgede yetişen yönetmenin filmlerinin de bu atmosferden ilham aldığı söylenebilir. 1997’de Amerikan Film Enstitüsü tarafından verilen AFİ Yaşam Boyu Başarı Ödülü’ne de layık görülen böylesine prestijli bir yönetmenin, basına yaptığı açıklamalarda, The Irishman’i çaresizlik nedeniyle Netflix platformu için kotardığını açıklaması, filmin öyküsü kadar dramatik sayılabilecek başka unsurları da gündeme taşıyor. Günümüzün hızla dijitalleşen dünyasında, cep telefonu ekranlarına yansır hale gelen sinema filmlerinin, nasıl bir seyirci profili oluşturduğu sorusunun yanında, bu durumun günümüz sinemasına olan etkiside tartışma konusu haline geliyor. Scorsese çapındaki bir yönetmenin dahi, eleştirmen Peter Travers’ın YouTube üzerinden yayınlanan programına konuk olarak, “Eğer benim filmlerimden birini ya da pek çok filmi izlemek isterseniz tavsiyem, lütfen bunu telefondan izlemeyin. Belki bir iPad, hatta büyük bir iPad belki kabul edilebilir demesi ve bunu, ‘ben yaptım’ diye söylemiyorum” şeklindeki ifadeleri ilgi çekiyor. “Filmin nasıl izlenebileceği konusundaki her şeyi bütün detaylarıyla masaya yatırdığını belirten Scorsese, “Tercihen, bir sinemaya gitmenizi ve The Irishman’i başından sonuna kadar büyük bir perdede izlemenizi isterim” diye öneride bulunmayı da ihmal etmiyor.

Martin Scorsese imzalı The Irishman, Amerikan siyaseti ve suç dünyasına 1970’li yıllara kadar sürecek bir zaman dilimi içerisinde değinirken, Küba sorunu ve John F. Kennedy suikastına da göndermelerde bulunuyor ve adeta efsanevi sendika lideri Jimmy Hoffa’nın halen bilinmezliğini koruyan kayboluşu üzerinden okumalar yapmayı tavsiye eden olaylar kurgusuyla öne çıkıyor. Ancak tüm bunların, bu klasikleşmiş suç hikayesini ve bir anlamda sadık bir ‘mafya askerinin’ biyografisini ne denli desteklediği sinema sanatı bakımından soru işareti haline geliyor. Ayrıca bu noktada filmde konu edilen olaylarla ilgili araştırma yapan suç tarihçilerinin Sheeran’a kuşkuyla yaklaştıklarının da altını çizmek gerekiyor. Kuşkusuz gözünü kırpmadan cinayet işlemek ve patrona bağlılığını ispat etmek, bir suç örgütü içerisinde varolmanın Hollywood sineması kalıplarıyla belli kodlarından olsa da, Scorsese, bu durumun psikolojik yönlerini ve aile ilişkilerine olan olumsuz katkısını, Cappola’nın Baba üçlemesindeki vurucu sinema diline kıyasla çok daha zayıf bir biçimde öne çıkartıyor. Ancak farklı bir sinema söylemiyle Frank Sheeran’ın hikayesine katkıda bulunmayı ihmal etmiyor.

Netflix’le kısıtlanmış olsa da, bir Martin Scorsese filmi izlemek önemli bir ayrıcalık. Ancak dünya hızla değişiyor ve suçun tanımı ve biçimi de bambaşka boyutlar kazanıyor. Günümüzde onlarca insanın öldüğü terör saldırıları ve kıyıcılıktaki sınırsızlıkla kıyaslandığında, savaş sonrası dönemin, artık eskimiş mafya yöntemleri bu sinema türü için hoş bir nostalji haline gelirken, hayatta her şeyin bir sonu olduğunu da hatırlatmak gerekiyor. Sanatçılar eserleriyle ölümsüzleşirler. Ancak ölümsüz eserler ortaya koyabilmek ne yazık ki insanın, yaşı ve yeteneklerini korumasıyla alakalı bir olgu. Bu nedenlerle The Irishman, Scorsese’nin sinema dilini benimsemiş türün tutkunu sinema izleyicilerine dahi beklentilerine karşın, her anlamda farklı lezzetler sunacak bir sinema yapıtı olarak Netflix’den oluşturulabilecek geniş seçki arasında yerini almış bulunuyor.

Hikmet Vardar

Yukarı SB
error: Content is protected !!