44. İstanbul Film Festivalinin Ardından…
Biten bir festivali değerlendirmek, ardından festival hakkındaki izlenimlerimizi okurlarla paylaşmak önemli. Bu paylaşımda şüphesiz festivalde izlediğimiz ve hafızamızda iz bırakan filmlere değinmek de önem taşıyor.
Ülkemizin uluslararası nitelikteki en önemli film festivali olan İstanbul Film Festivali, bu yıl 44. kez seyirciler ve sinefillerle buluştu. 44. İstanbul Film Festivali, 22 Nisan Salı gecesi gerçekleştirilen kapanış ve ödül töreniyle sona erdi. Biten bir festivali değerlendirmek, ardından festival hakkındaki izlenimlerimizi okurlarla paylaşmak önemli. Bu paylaşımda şüphesiz festivalde izlediğimiz ve hafızamızda iz bırakan filmlere değinmek de önem taşıyor.
AZNAVOUR
Fransa’nın efsanevi şarkıcısı Charles Aznavour (Tahar Rahim) hakkındaki bu biyografik film, festivalin N Kolay Galaları’nın öne çıkanlarından. Ermeni asıllı şarkıcının ailesi, Fransa’ya yerleşmek zorunda kalır. Eğlenmeye ve müziğe düşkün bu ailenin şarkı söyleme sevdalısı oğulları Aznavour, Paris’te 1924’te dünyaya gelir. Gerçek adı Shahnour Vaghinag Aznavourian olan Charles’ın, annesi terzi ve aynı zamanda bir aktristi. Neşeli bir optimist olan babası ise restoranlarda şarkı da söyleyen bir baritondu. Charles ve ablası bir yandan garsonluk yaparken, Charles performans da sergiliyordu. İlk şiir resitalini henüz yürümeye yeni başlamışken vermişti. Birkaç yıl içinde şarkı söylemeye/dansa karşı müthiş bir tutku geliştiren Aznavour, ders parası için gazete de satmıştı.

Aznavour, yapımcıların ve halkın dikkatini çekmek için yıllarca çalışır. Başlarda şarkıcı Pierre Roch (Bastien Bouillon) ile Kanada’ya kadar ulaşan klüp şarkıcılığı ve bu süreçte tanıştığı ünlü şarkıcı Edith Piaf (Marie-Julie Baup) ile ilişkisi ve en sonunda solo çalışarak amacına ulaşması, küresel çapta şöhret ve paraya kavuşmasını anlatan bir film Aznavour…
Fransa’nın en değerli markalarından birisi olan Charles Aznavour, 800’den fazla şarkı yazmış ve bu şarkıların bir çoğunu, Fransızca, İngilizce, İtalyanca, Almanca ve İspanyolca dillerinde de söyleyip; toplamda 100 milyondan fazla kaydı satılan önemli bir şanson sanatçısıydı.
Gecikerek olsa da şöhreti yakalayan Aznavour’un çalkantılı yaşamı, kendisini çok etkileyen oğlunu kaybetmesi, yaptığı evlilikler ve çocuklarıyla ilişkisi de filmin içinde kendisine yer buluyor. Film uzun süresine karşın başarılı bir biyografi olarak dikkati çekiyor. Bu süreçte şüphesiz ana kaldıraç bu önemli sanatçının filmi sürükleyen şarkıları… Filme mekan olan konser salonları, Aznavour’un sahneye çıktığı klüpler ve özellikle büyük şarkıcı Edith Piaf ile ilişkisi de filme başarıyla taşınmış.
THE LAST SHOWGIRL
Bir başka N Kolay Galaları filmi Son Şov Kızı, 44. festivalin ilgi çekici ve gerçekçi tonları sinema sanatının olanaklarıyla bezeyerek anlatan bir film. Bize Las Vegas’ta film yıldızları gibi davranırlardı… diyor filmin ana karakteri Shelly’ye hayat veren ikonik dizi Sahil Güvenlik’in (Bay Watch) unutulmaz yıldızı Pamela Anderson… Kostümler, setler… Tarz ve zarafet elçileriydik sanki: Las Vegas şov kızı, Amerikan şov kızı deyince akla o gelirdi…

Sülale boyu yönetmen bir aile Coppola Ailesinin, küçük ferdi ve filmin yönetmeni Gia Coppola, aynı zamanda ünlü yönetmen Francis Ford Coppola’nın da torunu. Kitle kültürünün ve vasatın yaşamın her alanına yayılarak yarattığı yıkımı, yaşamadığı bir döneme ilişkin gerçekleri yönetmen Gia Coppola genç yaşına karşın başarıyla yansıtmış.
Şair Enver Ercan’ın şiiri gibi, Geçtiği Her Şeyi Öpüyor Zaman… Değişen yaşama şüphesiz Las Vegas’ın görkemli şovları da ayak direyememiş. Tek tük kalan seyirciler ve Shelley’nin 30 yıl başrolünde olduğu ve herkesin gözünü kamaştırdığı gösterişli Las Vegas Revüsü de bu süreçten nasibini alarak kapanacaktır. Revünün kapanıp sirke dönüşecek olması, Shelly’nin de kendisiyle ve büyümesine tanıklık edemediği kızı Hannah (Billie Lourd) ile hesaplaşmasına dönüşür. Otrişler ve sahte pırlantaların ardında, duygusallığı hep ışıldayan Pamela Anderson’ın, canlandırdığı Shelly karakterinde yarattığı performans ise hem eleştirmenler hem de izleyiciler tarafından övgü topladı.
KÖLN 75
44. İstanbul Film Festivali’nin açılış filmi olması planlanan Köln 75, festivalin öne çıkan dinamik filmlerinden birisiydi. Yaşanmış olaylardan sinemaya aktarılan filmde, müzik dünyasının ikonik sanatçıları Miles Davis, Keith Jarrett da geniş oranda yer bulmuşlar.

Alman toplumunun kolektif bilinçaltına yönelik eleştiriler de barındıran Köln 75, festivalin açılış filmi olarak belirlenmişti. Diş hekimi bir baba işe yaramadığını düşündüğü çocuklarına faşizan baskıyla kendi mesleğini empoze eder. Amaçladığı mesleki devamlılığı özellikle kızı Vera Brandes (Mala Emde) üzerinden sağlamak ister. Caza düşkün Vera’nın ise başka büyük hedefleri vardır. Bu süreç onu hayaller kurmaya yöneltir. Aklında hiç yokken barda tanıştığı İngiliz cazcı Ronnie Scott’un (Daniel Betts) talebiyle ona Almanya’da konser ayarlamaya çalışır ve süreç ona Keith Jarrett gibi büyük sanatçılara da konser organizasyonu yapan yolu açmasını sağlar. Vera giderek büyük bir plak şirketi sahibi olur ve pek çok önemli sanatçıya plak yapar.
N Kolay Galaları’nda yer alan Köln 75, son derece dinamik anlatımı ve başarılı oyunculuklarıyla festivalde dikkat çeken filmlerden biriydi. Filmin başrolünde müziğin olduğunu iddia etmek abartı sayılmamalı. Ayrıca sanat yönetimi açısından da anlattığı yılların atmosferini yaratma başarısı ve bu başarıda sanat yönetmeni Jens Harant’ın katkısının da altını çizmek lazım.
SUPER HAPPY FOREVER
Evlenmelerinin üzerinden kısa süre geçmesine karşın karısı Nagi’yi kaybeden Sano (Hiroki Sano), onunla tanıştığı mekana beş yıl sonra geri döner ve ilişkilerinde sembolik değeri olan ve karısına aldığı kaybolan kırmızı şapkanın peşine düşer. Burada karısını tanıdığını bilmeden ve ismi Nagi olan Vietnamlı kat görevlisi bir genç kızla tanışır. Kırmızı şapka bir başka Nagi’nin başındadır artık.

Bu durağan, minimalist film insan ilişkileri üzerine yoğunlaşan ve bu bağlamda seyircinin de kendisiyle yüzleşmesine fırsat sağlıyor. Diğer yandan yaşamsal varoluşunu başka biriyle özdeşleştirme olgusunu da sorgulamaya açan Super Happy Forever, sevginin derinliği üzerine de bir deneme…
Bu minimalist filmin sinematografik bağlamda vaatlerde bulunmadığını ve daha çok seyirciden çaba bekleyen bir anlatıma sahip olduğunun da altını çizelim.
YANARDAĞIN ALTINDA
Yakın coğrafyamızda yıllardır bitmeyen bir savaş ve dram devam ediyor. Emperyalist ülkelerin NATO ve AB üyeliği havucunu göstererek provoke ettikleri Ukrayna, bu ülke üzerinde emelleri olduğunu daha önce 2014’de Kırım’ı ilhak ederek belli eden Rusya’nın, 24 Şubat 2022’de Ukrayna’yı istilasıyla sonuçlandı.

Şüphesiz bu savaş pek çok can kaybına, binlerce insanın evlerinden ve vatanlarından koparak mülteci olarak yaşamalarına neden oldu. Yanardağın Altında (Under The Volcano), tıpkı bir volkanın patlamasından önceki gerilim dolu süreci anlatıyor, ama germeden… İspanya’ya tatile giden bir Ukrayna’lı ailenin, tatilleri esnasında savaşın patlamasının ve ailenin vatanlarına dönme konusunda yaşadıkları sorunları ele alan bir film Yanardağın Altında...
Polonyalı yönetmen Damien Kocur’un, ikinci uzun metrajlı filmi Yanardağın Altında, aynı zamanda Polonya’nın Oscar adayı idi. Yıkıcı etkileri olan bir savaşı, dolaylı yoldan ve kimi zaman mizahı da ekleyerek anlatan Kocur, savaşın yarattığı bütünsel tahribata yoğunlaşmak yerine kişilerin yaşamında yarattığı yıkıcı etkiden yola çıkarak bir toplumun savaş nedeniyle yaşadığı bütüncül etkileri sinemanın dilini kullanarak beyaz perdeye taşımış. Filmin sürprizi ise ailenin büyük çocuğu Sofia karakterini canlandıran Sofia Berezovska’nın, Altın Lale Film Yarışması’nda “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü” alması oldu.
HYSTERIA
Oray (2019) isimli ilk uzun metrajlı filmiyle ses getiren Türk/Alman yönetmen Mehmet Akif Büyükatalay, ikinci uzun metrajlı filmi Histeri’de ırkçılığı mercek altına almış. Atalay, filmiyle salt ırkçılığa değil, aynı zamanda ırkçılığı istismar eden faydacı, çıkarcı yaklaşımlara da objektifini çevirmiş.
Yönetmen Yiğit, modern Almanya’da yabancılara dönük en vahim şiddet olaylarından birisi olan Solingen yangını hakkında ırkçılığı eleştiren filmini çekerken, gerçekçi etki yaratmak için, Türk ve Kürtlerden oluşan figüranlar Majid ve Said’i kullanmasına karşın, sette Kur’an yakar. Buna Majid (Nazmi kırık) büyük tepki gösterir. Bu arada filmde stajyer olarak çalışan ve annesi Alman olan Elif (Devrim Lingnau), filmin kopyalarını Yiğit ile filmin yapımcısı Lillith’in (Nicolette Kribitz) birlikte yaşadıkları eve götürür. Fakat filmin kopyaları esrarengiz şekilde kaybolur.

Yönetmen Mehmet Akif Büyükatalay, ikinci uzun metrajlı filminde öyküsünü başarılı şekilde anlatıyor. Irkçılık virüsü hakkında katmanlı öyküsünü, salt bu yıkıcı etkiyi eleştiren bir boyutta filmine odaklamadan, kuralcı olduğu varsayılan bir ülkede, çıkarlar doğrultusunda kuralların yanından dolaşıldığı yönünde sızıntıları da filmine monte ediyor.
44. İstanbul FF’de En İyi Erkek Oyuncu Ödülü alan ve Majid karakterini canlandıran Nazmi Kırık oyunculuk bağlamında öne çıkarken, Elif karakterini canlandıran Türk/Alman oyuncu Devrim Lingnau da bu başarıya ortak oluyor. Ayrıca Büyükatalay’ın, kafasındaki dünyanın sinematografik atmosfere dönüşmesinde sanat yönetmenliğinin başarısına da vurguda bulunalım.
ATLET
Atlet, günümüzdeki yozlaşmalara, savrulmalara, hayata direnme çabalarına sporu da alet eden boyutun sinemaya yansıması. Genç bir kadın olan Hatice (Sevda Baş), halteri bir kaldıraç yaparak yırtma peşindedir. İşsiz annesiyle zor koşullarda yaşayan Hatice’nin amacı Avrupa şampiyonalarında ödül kazanan sporculara sağlanan avantajları elde etmektir. Bu süreçte her şey mübahtır; hamile kalmak bile…
Ülkemizin kurucusu büyük önder Atatürk’ün sporla ilgili sözü manidardır: Ben sporcunun zeki, çevik ve aynı zamanda ahlaklısını severim… Günümüzün zor koşullarında ayakta kalabilmek için filmin ana karakteri halterci Hatice, hamile kalmasının da bir çeşit doğal doping olduğunu öğrenip, antrenörü de dahil olmak üzere hamile kalmak için bazı rutin seks ilişkilerine girse de başarılı olamaz ve amacına ulaşamaz.

44. İstanbul FF’nin Yeni Bakışlar bölümünde yer alan Atlet, sıradan insanların hayata tutanma çabaları hakkında ilginç bir filmdi ve sürpriz şekilde En İyi Görüntü Yönetmeni ödülünü de kazandı. Kadın görüntü yönetmeni Ayşe Alacakaptan’ın, bir kadın filmi olan Atlet’in görüntülerine de imza atmasının önemli olduğunun altını çizelim.
THE CROWD
İran sineması pek çok yönetmeni ve filmiyle dünyada ilgi çeken önemli bir sinemadır. Bu sinema İran’ın otoriter yönetim sistemine karşın, yaratıcılığın önemini hatırlatan bir sinema aynı zamanda…
Takım, bir gurup gencin muhafazakar ve otoriter toplumsal sisteme direnerek istedikleri gibi yaşamaları mücadelesi üzerine bina edilmiş minimal bir film. Sahand Cabiri, ilk uzun metrajlı filminde, baskılara direnen ve gençliğini yaşamak isteyen dinamik gençlerin sözcülüğüne soyunduğu intibaı veriyor.
Yönetmen Cabiri’nin filminin satır aralarına yerleştirdiği sistem eleştirileri dışında tek mekana sıkıştırdığı filmi, partileme derdi peşindeki gençlerin direnişine yoğunlaşarak daha çok iyi çekilmiş bir öğrenci filmi etkisi yaratsa da; filmin 44. İstanbul FF’de Kariyo&Ababay Jüri Özel Ödülü’nü de aldığını anımsatalım.
BACADAKİ SERÇE
Bacadaki Serçe (The Sparrow In The Chimney), 44. İstanbul Film Festivali Altın Lale Yarışması’nın ağır toplarından dikkat çekici bir filmdi. Sanat yaşamı ve insanı anlatır! Şüphesiz insanlık yeknesak bir topluluktan oluşmuyor. Farklı ülkelerin farklı kültürel özellikleri var ve bu özellikler de insan ilişkilerinde anahtar roller taşıyor; ama sevgi evrensel bir duygu ve eksikliği yıkıcı sorunlara neden olabiliyor.
İsviçre yapımı Bacadaki Serçe, bir ailenin yaşamsal ilişkilerini kaybetmesini, sevgisizlik ve iletişimsizlik ekseninde büyüteç altına alırken; bir bakıma yönetmen Ramon Zürcher yaşadığı topluma da bir ayna tutuyor. Yönetmen Zürcher, prömiyerini Locarno Film Festivali’nde yapan filmini, bir kadının kendi geçmişinin yükünden kurtulduğu, alışılmadık bir özgürleşme öyküsü olarak tanımlamış.

Yaşamsal sorunlarını çözmüş İsviçre gibi toplumlarda, gerek milli gelirin yüksekliği gerekse de toplumsal yaşama egemen olmayan kaotik bir ortamın bulunmaması; sevgisizlik ve bu toplumların mütemmim cüzü olan yalnızlıkla birleşince, Karen (Maren Eggert) ve ailesi tıpkı evlerinin şöminesinin bacasına sıkışan serçe gibi, evlerinin içindeki mutsuz ortamın yarattığı hapishaneye sıkışıyorlar.
Yönetmen Ramon Zürcher, derinlikli öyküsünü başarılı oyunculuk performanslarının omuzlarında ve yalın bir sinema diliyle etkili bir filme dönüştürmüş. Anlaşılan Altın Lale Yarışması jürisi, tek düze yaşamların altında yatan fırtınalarla ilgilenmediği için bu nitelikli filmi görmezden geldi.
ZAMANIN KIYISINDA SINAV
Akademisyen ve müzisyen İlkay Nişancı’nın yönetmenliğini yaptığı, müziklerine de imza attığı ve festivalin Yeni Bakışlar bölümünde yer alan Zamanın Kıyısında Sınav, 6 Şubat depremi hakkında duyarlı, iç acıtan başarılı bir belgesel film olarak festivalin unutulmazları arasında yerini aldı.

İlkay Nişancı ve arkadaşları, onbir kentte yıkıma, acı ve gözyaşına neden olan yıkıcı depremin ardından beş ay sonra Hatay’a giderek; deprem öncesinde görme fırsatı bulduğum bu inanılmaz şehirdeki yıkımı, yokoluşu salt sözlü tarihe, görsel ve yazılı belgelere yaslanmadan enfes slowmotion’lar eşliğinde sinema sanatının sınırları içine sokmayı başarmış.
Uzun süresine karşın seyircinin ilgisini kaybetmeden öyküsünü anlatan bu başarılı belgesel film, üniversite sınavlarına hazırlanırken yıkıcı bir depreme maruz kalan gençleri filminin odağına yerleştirmekle kalmayıp, leitmotive olarak da kullanıyor. Filmin son derece özenli teknik altyapısının olduğunu ve bu titizliğin etkili bir estetik sonuç ürettiğini belirtirken; filmin 44. İstanbul FF’de En İyi Kurgu, En İyi Özgün Müzik ödülleriyle, BSB Jürisi’nden En İyi Belgesel Ödülü’nü de aldığını vurgulayalım.