Kısafilm

Vizontele Tuuba

Masallar, çocukluğumuzun o masum yıllarında anılarımızın not defterinden zaman zaman aklımıza düştüğünde, aslında anımsadıklarımız masallardan öte onların dönemindeki olaylardır. Masallar genelde bir varmış bir yokmuş diye başlarlar…

VİZONTELE  TUUBA

 

Yazan ve Yöneten: Yılmaz Erdoğan
Oyuncular: Yılmaz Erdoğan, Tarık Akan, Demet Akbağ, Altan Erkekli, Tolga Çevik, İclal Aydın, Cezmi Baskın, İdil Fırat, Tuba Ünsal, Bülent İnal, Derya Oyanay, Bican Günalan, Erdal Tosun, Salih Kalyon, Zeynep Tokuş, Nejat Uygur, Deniz Akkaya, Ata Demirer, Sinan Bengier
Görüntü Yönetmeni: Uğur İçbak
Kurgu: Engin Öztürk
Müzik: Kardeş Türküler
Sanat Yönetmeni : Yaşar Kartoğlu
Yapımcı: Necati Akpınar
Yapım: BKM/2003

Masallar, çocukluğumuzun o masum yıllarında anılarımızın not defterinden zaman zaman aklımıza düştüğünde, aslında anımsadıklarımız masallardan öte onların dönemindeki olaylardır. Masallar genelde bir varmış bir yokmuş diye başlarlar. Şöyle bir bilince taşıdığınızda bu tekerlemeyi, yaşadığımız bu güzel ülkede, gerçekten neredeyse her şeyi, bir varmış bir yokmuş şeklinde de  algılayabilirsiniz. Bunlar tiyatro oyuncusu ve oyun yazarı, hatta şair olarak da tanıdığımız sanatçı Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele filminin devamı niteliğinde olan Vizontele Tuuba’yı seyrettikten ve hakkında yazmaya başladıktan sonra aklıma ilk gelen düşüncelerdi.

Yılmaz Erdoğan, deneyimsizliğine karşın 2001 yılında çektiği ilk filmi Vizontele’de, özellikle gişede ciddi  bir başarıyı yakalamış, halkın kendisine olan sevgisini arttırmıştı. O yıllarda, Yılmaz Erdoğan’ın, düşünen ve okuyan bir sanatçı olarak “illa da sinema yapması gerekir mi” diye düşünmüştüm. Bana göre, Vizontele, ikinci film Vizontele Tuuba’yı da seyrettikten sonra Yılmaz Erdoğan’ın oyunculuğu dışında, yönetim açısından damgasını vuramadığı bir ilk film olarak öne çıkıyordu. Şüphesiz, sinema tarihinde hedefi ilk filmleriyle onikiden vuran sanatçılar olduğu gibi, bir kaç filmden sonra hedefe yavaş yavaş yaklaşanlar da oluyor. Vizontele’de, Tanrı’nın ve aynı zamanda devletin de yalnız bıraktığı bir yöredeki sosyal hayatı ve insan ilişkilerini mizahın da yardımıyla gülerek, zaman zaman tebessüm ederek izlemiştik. İçinde gerçekten Yılmaz Erdoğan’ın güçlü gözlemciliği ve yaratıcılığıyla ortaya çıkardığı özgün, ilginç karekterler vardı. Bunlardan biri de yönetmen Yılmaz Erdoğan’ın canlandırdığı Deli Emin karekteriydi. Aslında Emin belki de bir tipti. Çünkü ülkemiz kültüründe yer tutan her mahallenin bir delisi vardırı temsil ediyordu. Ama o yalınkat, yüzeysel bir deli olmaktan öte ince espiriler ve içinde barındırdığı çocuksuluk ve dürüstlükle de aynı zamanda bir metafor işlevi görmüştü. Peki, bunca olumlu görüntüye karşın neden Vizontele daha zayıftı ve Yılmaz Erdoğan’ın yönetmen kimliği Vizontele Tuuba’da olduğu kadar ya da hiç hissedilemiyordu? Sanırım Erdoğan’da, ilk yönetmenlik denemesinde hem deneyimsizliğine hem de film yönetmeni olarak ilk kez seyirci önünde bir sınav vereceği korkusuna yenilmişti. Vizontele’de mekan, atmosfer, yaşanan olaylar ve karekterler, yaşamın trajedisi ilginç görünürken, bir türlü yerinde duramayan, hatta sık sık uçan kamera (flying cam), bir süre sonra sinemanın bir dili olduğu düşüncesiyle seyreden kişilerde nasıl bir katkı oluşturduğunu düşündürüyordu. Filmin başından itibaren yoğun müzik bombardımanı ve bilgisayar oyunu oynuyormuşcasına hareket eden kamera aracılığıyla, kendinizi bir video klip dünyasının içindeymiş gibi hissediyordunuz. Bu biçimsel tercih de filmin amaçladığı mesajlarla ciddi bir kontrast yaratmıştı. Şüphesiz bu filmde sorumluluk salt Yılmaz Erdoğan’ın sırtında değildi; hatta ondan daha fazla da olarak yönetmenliği paylaşan ve filmin aynı zamanda görüntü yönetmenliğini de yapan Ömer Faruk Sorak’ta bu dilin oluşmasında etkendi.

Yazımızın başında masallarla ilişkilendirerek yaklaşmaya çalışmıştık Vizontele Tuuba’ya. Film, benim ve kuşağımın aydın kişilerinin hafızalarından mümkünse silinmesinin uygun düştüğü yıllarda başlıyordu. Yılmaz Erdoğan, çocukluğunun son demlerini 1980 yılının yaz aylarında ailesinin yaşadığı ilçede bırakmıştı. O, 1980 yılının Ekim ayında büyüdüğünü hissettiğinde, ben ve benim kuşağımın pek çok insanı yaşayamadığı çocukluğu ve gençliğini geride bırakmıştı. Film şeridi gibi gözümün önünden o günler geçerken, Erdoğan’ın Ankara’da okuduğu Aydınlıkevler Lisesi’ndeki edebiyat dersini içeren sahneyi izlerken, benim de okuduğum Ankara Atatürk Lisesi aklıma gelmişti.

Film 1980 yılının Haziran ayına, kırlara ve Yılmaz Erdoğan’ın yaşadığı ilçeye geri döndüğünde, başlangıç açısından hafif irkilen seyircide de bir rahatlık havası hakim olmaya başlamıştı. Herkes sürekli gülüyordu ve gülmeyi gerektirecek kalitede bazı espriler de vardı filmde. Mekan, ilk filmde tanıştığımız ilçe atmosferiydi. Lale Sineması’nın sahibi ve aynı zamanda oportünist AP İl Başkanı Latif (Cezmi Baskın), onun başkan yardımcısı kişiliksiz, silik Sezgin Taş (Bican Günalan); İlçe Belediye Başkanı Nazmi Doğan (Altan Erkekli), eşi Siti Ana (Demet Akbağ), ve Deli Emin (Yılmaz Erdoğan) gibi karekterler aşina olduğumuz simalardı. Bunlar arasında sayılabilecek başkanın Kıbrıs’ta şehit düşen oğlu Rıfat’ın nişanlısı Asiye (Zeynep Tokuş), başkanın eskiden alkolik şimdilerde dindar ve torunu Yılmaz’ın babası olan oğlu Ahmet, başkanın Devrimci Folklorik Kültür Derneği üyesi oğlu Nafiz (Tolga Çevik), dernek başkanı Mahmut, sosyal faşist Cavit, Hacı Zübeyir (Nejat Uygur) gibi döneme uygun  özellikleriyle de eklenen tipler sayılabilir. Bunların aralarına ilçeye gelen bir aile eklenir. Bu üç kişilik ailenin erkeği Güner Sernikli (Tark Akan), karısı Aysel ( İdil Fırat) ve kızı Tuba (Tuba Ünsal) ile bu ilçeye sürülmüştür. Güner’in kızı Tuba hayat dolu bir genç kızdır. Ama geçirdiği bir kaza sonrasında kötürüm kalmıştır. Güner’in görevini öğrendiklerinde, ilçenin ileri gelenleri kahkahalara boğulmuştur. Çünkü Güner Sernikli, ilçenin olmayan kütüphanesine müdür olarak atanmıştır. Bir süre başkanın evinde konakladıktan sonra, kendisi ve ailesi için kasabanın olmayan doktoru için hazırlanmış lojmanı tahsis etmeyi düşünürler. Filmde daha çok mizahın hakim olduğu bir üslupla dönemin siyasi çatışmaları ve neredeyse bir iç savaşı andıran ülke ortamı, ilçenin ileri gelenlerinin çocuklarının arasındaki düşman kamplar aracılığıyla hicvedilir. Devrimci Folklorik Kültür Derneği (DFKD) üyeleriyle Devrimci Evrensel Kültür Derneği (DEKD) üyesi gençler sık sık çatışmakta, 1970’li ve 80’li yıllardan aşina olduğumuz bir jargonla konuşmaktadırlar. Birbirlerine Nafiz, Mahmut arkadaş diye hitap eden bu gençler, aynı zamanda karşıt görüştekileri sosyal faşist olarak nitelerler. Aslında bu karşıtlık ideolojik bir karşıtlık değil, gene o günlerin jargonuyla fraksiyon farkından kaynaklanır. Anlaşabildikleri tek konu sigara yasağına karşı çıkmaktır. Ülkemizin büyük bir kentinin önemli bir üniversitesinde geçirdiğim öğrencilik yıllarımda, fakültemize bir hafta “sosyal faşistlerin”, diğer hafta ise “Maocu faşistlerin” egemen olduğunu anımsarım.

Vizontele Tuuba, hem yaşam deneyiminden kaynaklanan bir dönem analizi yapmasında, hem de o döneme ilişkin kimi ayrıntıları filmin içine yedirmesinde başarılı görünüyor. Özellikle Yılmaz Erdoğan’ın bu kez tek başına yönettiği Vizontele Tuuba’da, ilk filme göre kısmen belirgin bir sinematografik anlatım öne çıkıyor. İçeriğe uygun çerçeveler ve kamera hareketleri; gerekmedikçe kamera hareketlerini gerekli görmeyen bir anlayış filmde kendini hissettiriyor. Bu film bizi biçimiyle etkilemekten daha çok, içeriği ile meşgul etmeye çalışıyor. Genç kuşağın başarılı görüntü yönetmenlerinden Uğur İçbak’ın görüntü düzenlemelerinde de öne çıkma, filmin anlatımını ezme gibi üslup arayışları hissedilmiyor. Sanki nötr bir tavır, filmin gereksindiği asgari biçimi oluşturma çabası hissediliyor. Diğer yandan tekniğin ve onun katkı sağladığı atraksiyonun, öykünün gereksinmesi olmadıkça, katkıdan çok zarar vermeye başladığı gerçeği de bir kez daha ortaya çıkmış oluyor.

Film, kasabanın gündelik yaşamı ve yeni gelen ailenin tanıtılmasıyla alışıla geldik bir minvalde ilerliyor. Bu bölümde öne çıkan, ilçede satılan yüzlerce civciv oluyor. Neredeyse her hane halkının kapışarak aldığı bu civcivlerden de, satış esnasında siyah renkliler “ötekiler” ayrılıyor. Yaklaşmakta olan veya aslında sürekli olan kollektif baskının, bizden olanlar ya da ötekiler ayrımının hissedilmesinde civcivler simgesel bir işlev yükleniyorlar. Kütüphane Müdürü Güner, Başkan Nazmi ve Deli Emin’in  katkılarıyla ilçenin metruk bir mekanını onararak ilçe kütüphanesi yapıyor. Güner’in basından bir arkadaşına yazdığı mektup, gazetede yayınlanınca önce umutlanıyorlar. Bu arada sık sık postahane önünde bekleyerek, bağışlanacağını umdukları kitapların yolunu gözlüyorlar. Yönetmen bu sekansta, slogancı laflara yer vermeden, kitap bekleme esnasında yoldan geçmekte olan bir sürüyü uzunca göstererek şair Nazım Hikmet’in dizelerindeki duyguları hissettiriyor sanki: “Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak Kabahat senin,-demeğe de dilim varmıyor ama- Kabahatin çoğu senin, canım kardeşim”…

Bu duygular, içsel okumalar bir kamyon dolusu kitap ilçeye geldikten sonra da sürdürülür filmde. Açılış, aşina olduğumuz nutuklar ve kalabalıklarla gerçekleşir. Ama her içeriksiz, temelsiz  eylem gibi, açılış sonrasında kütüphane bomboş kalır. Günlerce kimse gelmez. Deli Emin’in aklına, Siti Ana’nın oğlu Rıfat’ın fotoğrafını son gördüğü şey olduğu için temsili mezarına gömdürdüğü televizyonu çıkararak tamir etmek gelir. Amaçları televizyonu kütüphaneye koyarak o günlerde ülkemizde salgın haline gelmiş Amerikan dizilerine, özellikle Dallas’a tutkun olan halkı, kütüphaneye çekmektir. Fikir tutmuştur. Halka, çıkarken de birer kitap verilir. Çoğu okumayı bilmediği halde bedavaya televizyon seyretmenin hatırına, ya da müdüre ayıp olmaması için alır kitapları. Bu arada müdürün, kütüphaneye getirtdiği kitaplar, okuma yazma kursları açması Latif’i rahatsız etmektedir. Ülkemizde sıklıkla rastlanılacak tiplerin bir örneği olan Latif, Müdür Güner’i ilçe Jandarma Komutanına şikayet eder. Latif ve yandaşlarının beklediği ortam 12 Eylül’le gerçekleşir. Askeri yönetim her şeyin üzerinden silindir gibi geçer. Bu arada ilçe kütüphanesi de darma duman edilir ve pek çok genç ve Kütüphane Müdürü Güner’de göz altına alınarak belirsiz bir yolculuğa gönderilir. Diğer taraftan, ülkemizin yazılı kültür geleneğini oluşturamadan, görsel kültüre atlamasındaki ipuçları da bu ve benzeri olguların altında yatmaktadır sanki.

Vizontele Tuuba, sanatçı Yılmaz Erdoğan’ın Vizontele serisindeki ve kendi filmografisindeki ikinci filmi. Erdoğan Vizontele Tuuba filmiyle, yakın tarihimizin olaylarına, kendi mizahi üslubu içinde büyüteç tutuyor. Aslında sanki bir iletişimci gibi kitle kültürüne yoğunlaşıyor, onu üreten en etkin aygıtı, televizyonu söyleminin merkezine oturtuyor. Bunu yaparken ise derinlikli bir yaklaşım ise dikkati çekmiyor. Geçmişin trajikomik olayları seyircide daha çok komedi etkisi yaratırken, benim kuşağımın deneyimleriyle de yaşadığı 80’lerin ortamı tatmin edici bir yaklaşımla ele alınmıyor. Bu sahnelerde her ne kadar bir kasvet havası salonu doldursa da, günümüzün popstar gençliğine bu trajedi ne kadar geçiyor? Çoğunun oyunculuğuna aşina olduğumuz karekterler arasında Tuba Ünsal, sürgüne gelmiş kentli bir ailenin çocuksu, içten kızını yansıtmada dikkati çekiyor. Tuba’nın yakınlık duyduğu ve kendisine insan gibi yaklaşan Deli Emin’den ve yaşamında iz bırakan bu ilçeden buruk ayrılışıyla film sona ererken, fonda ise Emin’in ilçenin karşısındaki dağın yamaçlarına yazdığı devasa TUUBA yazısını askerler silmeye uğraşıyor.

Şair Enver Ercan’ın dizelerindeki gibi “Geçtiği her şeyi öpüyor zaman”… Günümüzün taşra üniversitelerinden birinde geçenlerde yapılan bir ankette, Yılmaz Erdoğan’ın filmlerinde baş köşeye oturan “Vizontele”nin biçimlendirdiği kuşaklar, kendilerini kimin yerinde görmek, ne olmak istediklerine ilişkin yapılan ankete yüzde yetmiş beş oranında Acun Firarda’nın yerinde olmak istediklerini; yüzde yirmi beş oranında ise popstar olmak istediklerini söyleyerek yanıt veriyorlar.

 

Bülent VARDAR

1961, Ankara doğumlu. 1983 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Sahne ve Görüntü Sanatları Bölümü, Sinema-TV-Fotoğrafçılık Ana sanat Dalı'ndan mezun oldu. Aynı üniversitede Yüksek Lisans, Marmara Üniversitesi'nde Sanatta Yeterlik yaptı. 1989 yılında yaptığı “Gemi Adamları”, 1991 yılında yaptığı “Geleneksele Dönüş” (TRT 2, İZ TV), 2002 yılında yaptığı “Zührap Usta” (CCN TÜRK) adlı belgesel filmleri yönetmiştir. 2000 yılında Beta Yayınevi tarafından basılan “Sinema ve Televizyon Görüntüsünün Temel Öğeleri”, “20.YY’ın Son Beş Yılında Türk Sineması” (2015), “Sinemada Ses ve Müzik”, “Yaşama Sarılmış Bir Serüven Tuncel Kurtiz (2010), “Ediz Hun” (2012) ve “Bir Sinema Arkeoloğu Burçak Evren” (2012) isimli kitapları bulunmaktadır. Sinema konusunda pek çok film eleştirisi ve makalesi bulunan Vardar, ayrıca film, reklam filmi, televizyon yapımı ve reklam/tanıtım fotografı alanında görüntü yönetmenliği ve aydınlatma tasarımı çalışmaları; Ferhan Şensoy'un "Varsayalım İsmail" dizisinin Işık yönetmenliğini de yapmıştır. Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi, Sinema-TV Bölüm Başkanlığı, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü Müdürlüğü ve Okan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı olarak görev yapmış ve halen Beykent Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema (TR) Bölüm Başkanı olarak çalışmaktadır. [ Bütün Yazılar ]

Yukarı SB
error: Content is protected !!