Bir Konuşabilse – Lost in Translation
Sofia Coppola’nın yönetmenliğini yaptığı Bir Konuşabilse, senaryosunu da kendisinin yazdığı bir film. 2003 Amerikan, Japon ortak yapımı olan filmde Sofia Coppola, deneyimli ve karizmatik oyuncu Bill Murray ile hoş bir ahenk tutturmuş. Filmin yönetmeni Sofia Coppola…
BİR KONUŞABİLSE (LOST IN TRANSLATION)
Yönetmen: Sofia Coppola
Oynayanlar: Bill Murray, Scarlett Johansson, Giovanni Ribisi, Anna Faris, Akiko Takeshita, Fumihiro Hayashi, Kazuko Shibata, Kazuyoshi Minamimagoe
Senaryo: Sofia Coppola
Görüntü Yönetmeni: Lance Acord
Müzik: Brian Reitzell, Kevin Shields
Kurgu: Sarah Flack
Yapımcı: Ross Katz, Sofia Coppola
Yapım:Amerika, Japonya/2003
Sofia Coppola’nın yönetmenliğini yaptığı Bir Konuşabilse, senaryosunu da kendisinin yazdığı bir film. 2003 Amerikan, Japon ortak yapımı olan filmde Sofia Coppola, deneyimli ve karizmatik oyuncu Bill Murray ile hoş bir ahenk tutturmuş. Filmin yönetmeni Sofia Coppola, efsanevi Baba filmlerinin yönetmeni Francis Ford Coppola’nın kızı. Sofia Coppola, Bir Konuşabilse filmiyle 76. Oscar Ödüllerinde En İyi Özgün Senaryo Ödülü’nü kazanmıştı. Ayrıca Altın Küre ve Bafta gibi önemli ödüllerde de genellikle en iyi film, en iyi yönetmen ve en iyi senaryo dallarında aday olmuştu. Sofia Coppola, babasının yönettiği ve Baba dizisinin son filmi olan Baba 3’de, Al Pacino’nun canlandırdığı Michael Carleone’nin kızı rolünde oynamıştı. Diğer yandan Baba filmlerinin bir başka efsane olmuş oyuncusu Marlon Brando, geçtiğimiz günlerde yaşama veda etti. Bilindiği gibi Brando, Baba filmlerinde, Don Carleone rolünde olağanüstü bir oyunculuk sergilemişti.
Sofia Coppola, ilk yönetmenlik denemesi Virgin Suicide’la dikkatleri üzerine çekmişti. İkinci filmi Bir Konuşabilse ise, Coppola’nın 20’li yaşlarında Japonya’da yaşadığı deneyimin de izlerini taşıyor. Film, bir reklam filminin fonu önünde yaşamdaki iletişimsizlikler, kültürel farklılıklar gibi durumlardan yola çıkarak, pek çok insanın yaşamına değebilen saptamalar yapıyor. Film 50’li yaşlarını süren Amerikalı ünlü sinema oyuncusu Bob Harris’in, iki milyon dolar karşılığında Suntory isimli viskinin reklamında oynamak için Japonya’ya gelmesiyle başlıyor. Soffia Coppola, Bob karekterini, babası Francis Ford Copppola ile büyük Japon yönetmen Akira Kurosawa’nın, 1970’li yıllarda birlikte çektiği bir Suntory viski reklamından esinlenerek yazmış. Yaşamı hakkında kendisiyle bir hesaplaşma içinde olan Bob, yabancı kültüre sahip olan bu ülkede salt para kazanmak için bulunmaktadır. Nitekim bütün hedefi de bir an önce işini bitirip geri dönmektir. O yüzden kendisini son derece yabancı hissettiği bu ülkede çevresini görmeyi merak etmez. Çekimler dışındaki zamanını otel odasında ve barda geçirir. Filmin ana mekanlarını ise otel odası ve barı oluşturur. Aslında bu mekanlar, filmde ele alınan temanın altının çizilmesinde de son derece işlevseldirler. Bob’un, anlamadan ve hoşlanmadan izlemek zorunda kaldığı televizyon programları da uykusuz gecelerine çare olmaz. Aynı otelde kalan ve Bob’un yaşadığı sorunlara benzer sorunlar yaşayan başka biri daha vardır. Charlotte, fotoğrafçı olan kocası John’un çekimleri için onla birlikte Tokyo’ya gelmiştir. Genç kadın iki yıllık evlidir ve felsefe tahsili yapmıştır. Yaşamın yüzeysel boyutu ilgisini çekmemektedir. Charlotte, kafası sürekli işiyle meşgul olan ve genellikle yorgun olan eşi John’la sürdürdüğü evliliklerinin sorgulamasını yapmaktadır. Farklı kuşaklardan olan Bob ve Charlotte, yaşadıkları ortak yalnızlık duygusu ve benzer hassasiyetlerle birbirlerine yakınlaşırlar. Ama bu son derece kontrollü bir yakınlaşmadır. Charlotte için örtülü bir yakınlaşma isteği, Bob için ise korumacılıkla duygusallığın sınırları içinde gelişen bir yakınlaşmadır. Kendi içinde ilkeli bir adam olan Bob, Charlotte ile arkadaşlık dışında bir yakınlaşma yaşamamasına karşın, otelin roof’unda şarkı söyleyen Amerika’lı bir kadınla sarhoş olduğu bir anda gönülsüz bir beraberlik yaşar. Bob’un kafasının karışıklığında, evliliklerini kanıksamış ve esas ilgisini çocuklarının üzerine yoğunlaştırmış olan karısı Lydia’nın mesafeli tavrının da rolü vardır. Japonya’nın Johny Carson’u olarak bilinen talk show’cu Tanabi Mori’nin programına katılması istenen Bob, programa katılmayı daha çok Charlotte ile biraz daha zaman geçirebilmek için kabul eder. Fakat her ikisininde sorumlulukları vardır ve özellikle Bob’u bekleyen bir ailesi ve işi vardır. Gitme zamanı geldiğinde ise hüzünlü bir ayrılık, bu ayrıksı yakınlaşmaya noktayı koyar. Film aslında bir bakıma gerçek yaşamlarında da böylesi durumlarla karşılaşan, fakat alternatifini deneme konusunda açmazları olduğunu düşünen kişilere, kararlarını yeniden irdeleme olanağı veriyor.
Sofia Coppola’nın ikinci uzun metrajlı filmi Bir Konuşabilse, yaşama ilişkin gözlemlerin yansıtıldığı duyarlı ve kaliteli bir yapım. Filmde ele alınan iletişimsizlik kavramı salt insanlar arası bir olgu olarak değil, aynı zamanda toplumlar arası bir boyutuyla işleniyor. Reklam filmi çekimleri sırasında Bob’un bozuk İngilizceli çevirmenler aracılığıyla yaşadığı iletişimsizlik öne çıkarılırken, diğer yandan ifade açısından Amerikan ve Japon toplumları arasındaki farkların altı çiziliyor. Reklam çekimlerinde yaşanan iletişim problemi ise bir metafor yerine geçerek aslında insanların yaşadığı iletişimsizliği güçlendiren bir öge olarak öne çıkıyor. Aslında Coppola, yaşamının bir kısmını Japonya’da geçirmesine karşın sanki Japonlara biraz ön yargılı bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Bob’un, yabancı olduğu bu ülkede gezip görmeye çok istekli olmayışı hem önceliklerinin (işi, evliliği, yaşamdan beklentileri gibi) önemini kaybetmesinden, hem de alfabe dışında pek çok şeyin kendi yaşadıkları ülkeye benzemesinden kaynaklanır gibi görünüyor. Coppola bir bakıma Japonya’yı özgün kültürünü kaybetmiş özenti bir ülke olarak yorumluyor. Gelenek ve görenekleriyle, kapitalist batıdan farklı bir özellik yansıtan Japonya’nın, filmde ele alınan Tokya görüntüleriyle, fizikleri farklı insanlar dışında batılı bir ülkenin yansımalarını hissettirdiği dikkati çekiyor. Buna karşılık, doğulu bir toplumla batılı bir toplumun farklılığı ise iki Batılı’nın (Amerika’lının), yalnızlık ve yabancılık duygularını aşmayı birbirlerinde aramasında öne çıkıyor. Özellikle reklam alanından sinemaya geçen görüntü yönetmeni Lance Acord’un çağdaş, kapitalist Japon toplumunun görüntülerini başarıyla aktardığı görüntü çalışması ise filmin önemli artılarından birini oluşturuyor. Görmüş, geçirmiş ve düşünsel yanını geliştirmiş sinema oyuncusu Bob Harris rolünde Bill Murray gerçekten önemli bir performans sergilerken, İnci Küpeli Kız filminden anımsadığımız Scarlet Johansson ise genç, ama derin, evliliğini ve yaşamı sorgulayan Charlotte rolünde etkileyici bir oyunculuk çıkarıyor. Coppola, iki insanın beraberliklerini hazırladığı ve Japon toplumuyla kaynaştırdığı bölümleri gereksiz uzatıyor ve zaman zaman film karekterlerinin duygusal ve düşünsel yaşamına nasıl bir katkı oluşturduğu anlaşılamayan dinsel mekanları kullanıyor. Diğer yandan düz bir dramatik çizgiyle gelişen filmde, bir süre sonra filmin nasıl bir seyir kazanacağını tahmin edebiliyorsunuz. Filmde şaşırtmalara ve sürprizlere yer verilmemiş. Ama ele aldığı konunun incelikli boyutu ve gerçekci işlenmiş karekterlerin iç dünyası, aşina olduğumuz Amerikan filmlerindeki sürprizlere bu filmin gereksinmesinin olmadığını hissettiriyor. Özellikle katı, anlayışsız ve barıştan uzak bir dünyaya karşı reaksiyon yansıtan filmin etkileyici bölümlerinden biri ise Bob ve Charlotte’un karaoke yaptıkları bölüm. Bob şarkısını söylerken barış, aşk ve anlayış neden bu kadar komik diye soruyor. Sofia Coppola, babasından aldığı genetik yeteneklerini konuşturarak ikinci uzun metrajında kaliteli bir filme imza atmış. İletişimsizlik sorununu yüzeysel bir yaklaşımın ötesinde, kalabalığın içinde ruh ikizi iki kişinin salt birbirini hissedebilen ilişkisi üzerinden ele alan filmin, son dönemlerde çekilmiş nitelikli bir yapım olarak hafızalarda yer tutacağını iddia etmek sanırım abartılı olmayacaktır.
Bülent VARDAR