Greta Film Analizi
GRETA
Yönetmen: Neil Jordan
Senaryo: Neil Jordan, Ray Wright
Oyuncular: Chloë Grace Moretz (Frances McCullen), Isabelle Huppert (Greta Hideg), Maika Monroe (Erica Penn), Colm Feore, Stephen Rea
Görüntü Yönetmeni: Seamus McGarvey
Kurgu: Nick Emerson
Müzik: Javier Navarrete
Yapım Yılı ve Süre: 2018/98 dk.
Ağlatan Oyun (1992), Özgürlügün bedeli (1996), Breakfast on Pluto (2005) filmleriyle tanınan Oscar® ödüllü İrlandalı yönetmen Neil Jordan’ın son filmi Greta. Baş rolünde kendisine özgü tarzıyla her zaman öne çıkmış Fransız kadın oyuncu Isabelle Huppert’in yer aldığı Greta, yalnız ve takıntılı bir kadının New York atmosferinde, nazik ve sanat aşığı bir kadından, genç insanlara karşı vahşice suç işleyen bir sosyapata dönüşümünü beyaz perdeye başarıyla yansıtıyor.
New York’da kız arkadaşıyla birlikte yaşayan genç bir kadın olan Frances, metroda bulduğu şık çantayı gerçek sahibine götürmek için tereddüt etmez. Çantanın sahibi New York’a özgü binaların arasına sıkışmış bir müştemilatta yalnız yaşayan orta yaşlı Greta’dır. Klasik müzik aşığı, piyano çalarak oyalanan ve gizemli bir kadın olan Greta, annesini kaybetmiş ve babasıyla sorunlar yaşayan Frances ile hemen arkadaş olur. Arkadaşı Erica’nın (Maika Monroe) Metro’da bulduğu çantanın peşine düşmesini ve kendisinden yaşlı bir kadınla arkadaşlık kurmasını eleştirmesine karşın, Frances, Greta Hideg ile arkadaşlık yapmakta sakınca görmez. Ancak Greta’nın evinde yanlışlıkla açtığı dolapta gördükleri bir anda gerçeklerle yüzleşmesini sağlayacak ve bu noktadan itibaren film, Frances’in, kendi deyimiyle ‘sakız gibi yapışan’ tacizcisinden mucizevi kurtulma mücadelesi haline dönüşecektir.
Altını dikkatle çizmek gerekirse Yönetmen Neil Jordan, başarılı bir gerilim filmine imza atmış. Kendisi de müziğe düşkün olan, profesyonel müzisyen olmayı düşlemiş ve Charlie Parker aşığı Jordan, karakterini özellikle klasik müziği öne çıkartarak zenginleştirmiş. Greta rolündeki Isabelle Huppert’in başarılı bir oyuncu seçimi olduğunu ve filmin atmosferine büyük katkıda bulunduğunu belirtmek gerekiyor. Bir baş yapıt olmasa da, Greta temposunu koruyan ve sarkmayan senaryosu, görüntü estetiği ve zaman zaman İstanbul’u andıran atmosferiyle New York ve Manhattan semtinin doğal dekorunda akıp giden bir film. Bu noktada biraz da New York’dan bahsetmek gerekiyor. İlk gittiğimde, biz gerçekten küçük Amerika olmaya özenmişiz dediğim bu şehir son derece tehlikeli olabilen sokakları, uluorta uyuşturucu satılan caddeleri ve 12 Eylül öncesi Türkiyesi’nin anarşi nedeniyle girilemeyen semtlerine benzer Afrika kökenli Amerikan vatandaşlarının terör estirdiği bölgeleri ve metrolarda karşınıza çıkabilecek garip karakterleriyle, doğal olarak çok milletli ve her ırktan insanı barındıran yapısıyla ilgi çekici ve zorlu bir kentti. Sonraki yıllarda özellikle tanınmış Amerikalı bir siyasetçi ve hukukçu olan Rudolph William Louis Giuliani III’ün, New York’da 1994-2001 yılları arasında Belediye başkanlığını yapmasıyla, atmosferi hızla değişen turistik bir kent haline geldi. Yine de bir çok Amerikan kenti gibi özellikle yalnız ve genç insanların her türlü saldırıyla karşı karşıya kalabileceği bir kent olduğu gerçeği hiç değişmedi. Bu yönüyle film, yalnız yaşayan genç bir kadının, başka bir kadından gelebilecek tehlikeye dahi ne denli açık olabileceğinin altını çizerken, gerek toplum gerekse polis makamlarının özellikle bu tip metropollerde kadınlara karşı sergilediği duyarsızlığı da başarıyla yansıtıyor.
Greta, özellikle, adeta sinemada gişe matematiği yapılarak kotarılmış Hollywood filmlerine kıyasla, yönetmenin daha anlaşılır bir sinema dili kullandığı ve seyirciyi sıkmadan ve temposunu koruyarak akan bir film. Pelikül döneminin sinema yapıtlarını sinematografi kuramı bakımından belli ölçülerde değerlendirmek mümkünken günümüzde kullanılan dijital teknolojiler, ekipman ve Amerikan sinema endüstrisinin eriştiği seviye artık bu eleştirilerin uzmanlık ve mühendislik seviyesinde yapılabileceğini hatırlatıyor. Ancak bir görüntü ve atmosfer yaratma sanatı olan sinemanın bu yönüyle tek düze hale geldiğini ve bir anlamda üst seviyeye taşınmış bu sinematografi deneyimlerinin de sıradanlaştığını ve deneyimli gözlerde bir tür görsel duyarsızlık yarattığının da altını çizmek gerekiyor. Örnek vermek gerekirse 38. İstanbul Film Festivali kapsamında izlediğim Yem (Bait) filmindeki müzelik Bolex kamera kullanılarak gerçekleştirilen deneysel sinematografi, tüm eksiklerine karşın kişisel olarak farklı bir nostalji yaşamama neden oldu.
Isabelle Huppert’in canlandırdığı karakterle ilgili hatırlatmalar da gerekiyor. Filmin başında New York’da yaşayan Fransız asıllı, yalnız ve sanata düşkün kibar bir kadın olarak gösterilen Greta’nın, takıntılı ve suça yatkın vahşi ruh hali filme yansıdıkça ve finale doğru sergilenen suçlarla aslında karakterin Fransız değil, Macar asıllı olduğunun öne çıkarılması dikkat çekiyor. Belkide Yönetmen Neil Jordan bir tür Batı Avrupalı dayanışması sergileyerek, Doğu Avrupa kökenlilere sosyapat karakterleri canlandırmayı daha çok yakıştırırken, Fransızlığın bir tür asalet belirtisi sayılabileceği ve Paris’in simgesi Eiffel Kulesinin hatıra maketinin, adeta adaletin kilidi haline geldiğini vurgulayan metaforlar kullanıyor.
Toparlayacak olursak Yönetmen Neil Jordan akıcı bir gerilime imza atmış. Kuşkusuz bu noktada başta Isabelle Huppert olmak üzere genç kadın oyuncular Chloë Grace Moretz ve fettan tavırlarıyla Maika Monroe’nun da hikayeye büyük katkısı var. Doğal atmosferiyle New York ve Manhattan’ın şık restoranlarını da unutmamak gerekiyor. Greta, tür olarak vasatı aşamasa da, genç insanların görece faydalı hayat dersi çıkartabileceği öyküsü, başarılı sinematografisi ve temposuyla bu hafta gösterime girenler arasında öne çıkan filmlerden.
Hikmet Vardar