Kısafilm

west-side-story

Batı Yakasının Hikayesi

Yönetmen: Steven Spielberg

Görüntü Yönetmeni: Janusz Kaminski

Senaryo: Tony Kushner

Oyuncular: Ansel Elgort (Tony), Rachel Zegler (Maria), Ariana DeBose (Anita), David Alvarez (Bernardo), Brian d’Arcy James (Officer Krupke), Corey Stoll (Lieutenant Schrank)

Müzik: Leonard Bernstein

Yapım Yılı ve Süre: 2021/156 dk.

Günümüz dünyasında artan iletişim olanakları ve küreselleşme olgusu, insanların daha iyi bir yaşam arayışını ve göçmen hareketlerini beraberinde getiriyor. Ancak yıllar öncesinde de önemli bir sorun olan ve daha iyi bir yaşam için çabalayan insanların yüzyüze kaldıkları sorunlar, ırk temeline dayanan çatışmaları da tetikliyor. Ülkemizin de bu konuda önemli bir geçmişi var. Savaş sonrası Batı Almanya’da ortaya çıkan işgücü açığını kapatmak üzere bu ülkeye gönderilen insanlarımızın bugün nesiller sonra önemli sayıda bir azınlık olarak yaşadığı bu ülkeye her gidişimde ziyaret ettiğim, uzun yıllardır Almanya’da yaşayan Meksika kökenli bir Amerikalı olan yakın dostum, her defasında, geçmişte ve günümüzde ırkçılık sorunlarıyla çokça anılır olan bu ülkenin Amerika’da yaşanan ırk ayrımına kıyasla çok daha demokratik ve sorunsuz olduğunu anlatmaya nedense özen gösterir.

Belki de ülkesindeki Meksika sınırına duvar örmeye kaday uzanan bu atmosferden de etkilenen ve sinemanın dahi çocuklarından sayılan, büyük gişe yapmış önemli işlerin yönetmeni Steven Spielberg, bu defa bir klasiğin yeniden çevrimi olan bir müzikale imza atıyor. Broadway’de 1957 yılında çok sükse yapmış aynı isimli müzikalden uyarlanan ve sinemaya daha önce 1961 yılında Yönetmenler Jerome Robbins ve Robert Wise tarafından adapte edilmiş “Batı Yakasının Hikayesi”, farklı etnik kökenden gelen iki ezeli düşman çetenin birbiriyle rekabetini ve rekabetin yanı sıra bu iki çeteye mensup genç bir çiftin imkansız aşkını anlatıyor

Genç yaşlardan itibaren film üretmekteki yeteneği dikkat çeken ve yönetmen olarak beğendiğim, gerek kamera arkası görüntülerini gerekse bu görüntülere konu filmlerini teknik bir ilgiyle defalarca izlediğim Spielberg, artık ilerleyen yaşına karşın dijital teknolojiye olan karşı tavrını vurgulamak istercesine, kadim dostu görüntü yönetmeni Janusz Kaminski’yle birlikte 35 mm olarak geleneksel yöntemle çektiği ve bir stüdyo filmi olan bu öyküde, New York’un kentsel dönüşüm kararı alınmış varoş semtinde yerleşmiş hispanik (Meksika, Porto Riko, Küba, Orta Amerika ve diğer Latin Amerika ülkeleri kökenliler) göçmenler ve bu varoşta yetişmiş, göçmen kökenli düşük seviyedeki ailelerden gelen beyaz Amerikalı gençlerin arasındaki ırk temelli dalaşmayı ve bu ortamda yeşeren umarsız bir aşkı yeniden ve kendi üslubuyla anlatıyor.

Sinema kuramına örnek teşkil edecek ölçüde işine hakim bir yönetmen elinde kotarılmış olsa da, baştan sona bir eksiklik duygusuna kapıldığımı itiraf etmeliyim. Filmi izlerken her şeyin ölçüsünde olduğu ancak lezzeti etkileyen küçücük bir şeyin eksikliğini hissettiğiniz bir atmosfere giriyorsunuz. Kitabına uygun, sinema sanatının tüm gereklerini yerine getiren bir iş olsa da, adını koymakta zorlandığınız bir şeyler var. Bir atmosfer yaratma sanatı olan sinemanın tüm gereklerine uyulmasına karşın, belki oyunculuklar ya da uzun süresi, belki de stüdyo filmi olması, pelikülün sihrine karşın, seyircide, adeta kamerayla çekilerek film haline getirilmiş yarı profesyonel bir tiyatro gösterisi etkisi yaratıyor. Kuşkusuz bunda filmin bir müzikal olduğunu da belirtmek ve bu noktanın altını dikkatle çizmek gerekiyor.

Batı Yakasının Hikayesi

Sağlam ve naif bir film olarak Akademi Ödüllerine boğulan “La La Land” gibi modern bir müzikalin belki de tecrübeli Yönetmen Spielberg için ilham kaynağı olduğu da düşünülebilir. Ancak Spielberg usulü hiçbir şeyin şansa bırakılmadığı, sinema kuramına alabildiğince yaslanmış ve ilk çevriminde büyük sükse yapmış bir müzikal film olarak değerlendirildiğinde, pelikülün nostaljik gücü ve günümüzde de bir çok insana dokunan öyküsüne karşın, bu toz kokan nostalji atmosferi filme de yansıyor ve Batı Yakasının Hikayesi arzu edilen etkiyi sağlamakta zorlanıyor. Bu noktada mekanları, müzikleri, görkemli dans şovları, şiddeti öne çıkartan ancak Tarantino tarzında stilize etmeyen sahneleri ve tüm bu curcuna içerisinde yaşanan kısa soluklu saf aşk hikayesi, dokunaklı ve mesaj yüklü finaliyle Spielberg’in kendine özgü dokunuşları haline geliyor. Ancak bu noktada özellikle Maria karakterini canlandıran Rachel Zegler başta olmak üzere oyuncu performanslarının geride kaldığını ve Rachel Zegler’i 1961 yılında çekilen 10 Oscar® ödüllü ilk versiyonun kadın yıldızı Nathalie Wood ile kıyaslamanın mümkün olamadığını hatırlatmak gerekiyor.

Bu şartlar altında, 1961 yılında çok başarılı olmuş, ödüllere boğulmuş ve ses getirmiş ancak artık toz kokan bir müzikal filmi, yapımcılığına da soyunarak tekrar beyazperdeye taşımak ve bunu gerçekleştirirken dijital teknolojiye kısmen bir baş kaldırış sergilemek övgüye değer noktalar olsa da farklı okumalar yapmak önem kazanıyor. Spielberg geçtiğimiz on yılda kendisiyle yapılan söyleşilerde, dijitalden yana olmadığını ve bu nedenle seyrek olarak film çekmek niyetinde olduğunu dile getirirken daha çok yapımcılıkla yetinmişti. Ancak her önemli sinema adamı gibi onun da kamera ve setlerden uzak kalamadığı ve belki de olgun döneminde prestijli ödül arayışında olduğu düşünülebilir.

Kişisel olarak hangi türde olursa olsun Yönetmen Steven Spielberg imzalı filmleri ilgiyle karşılayanlardanım. Yönetmenin bir sinema tutkunu olarak gelişen filmografisi ve kotardığı gişe rekortmeni yapıtlar bence övgüyü hak ediyor. Kuşkusuz çıtanın seviyesini her zaman çok yüksekte tutmak mümkün olmasa da, sinema kuramına hakim, işini bilen ve yaratıcı bir yönetmenin, önemli filmlerinde birlikte çalıştığı kadim görüntü yönetmeni Janusz Kaminski’yle birlikte nasıl bir yapıma imza attığını izlemek dahi, bir sinema sever için, tüm eleştirilebilir yanlarına karşın bu filmi kayda değer bir seçenek haline getirmekte yeterli olacaktır.

Hikmet Vardar

Yukarı SB
error: Content is protected !!