Duvara Karşı – Gegen Die Wand
DUVARA KARŞI (GEGEN DIE WAND)
Yönetmen: Fatih AKIN
Senaryo: Fatih AKIN
Oyuncular: Birol Ünel, Sibel Kekilli, Catrin Striebeck, Güven Kıraç, Meltem Cumbul, Hermann Lause, Adam Bousdoukos, Cem Akın, Aysel İşcan
Görüntü Yönetmeni: Rainer Klausmann
Kurgu: Andrew Bird
Müzik: Mark Hollis, Alex Menck
Yapımcı: Stefan Schubert, Ralp Schwingel
Yapım: Almanya-Türkiye
Duvara Karşı (Gegen Die Wand, 2004), hem bizden hem de dışarıdan olan, Türklerin ikinci vatanı kabul edilen Almanya’da yaşayan üçüncü kuşak Türklerin temsilcilerinden yönetmen Fatih Akın’ın son filmi. Senaryosu da Fatih Akın’a ait olan film, Almanya, Türkiye ortak yapımı. Fatih Akın, sadece Almanya’da Türkiye’yi temsil eden biri değil. O, aynı zamanda bir Alman Vatandaşı. Duvara Karşı filmiyle, Berlin Film Festivali’nde Altın Ayı ödülünü kazanırken, bu filmle festivalde aynı zamanda Almanya’yı temsil etmişti. İlk filmi Kısa ve Acısız (Kurz und Schmerzlos, 1998) sonraki filmi Temmuz’da (Im Juli, 2000) ile Fatih Akın, sinemada yapacak daha çok işi olduğunu, gerçekleştirdiği az zayıda filmiyle yaratıcılığını ortaya koyduğunu göstermişti. Fatih Akın’ı, genç yaşında sinema dünyasında önemli kılan diğer yan ise, sinemanın gereksindiği en önemli şey olan bir öykü anlatmayı iyi bilmesinden kaynaklanıyor. Duvara Karşı, bence son yıllarda, hatta bu sezon içinde seyrettiğim ve bir Türk’ün çekmiş olduğu en başarılı, yaratıcı çalışmalardan biri. Bunun nedenlerine gelince; öncelikle bu filmin öyküsü öyle hiç bilinmeyen, ilk kez ele alınan bir konuyu işlemiyor. Filmin konusu şüphesiz sinemanın evrensel bir dil olmasından dolayı dünyanın pek çok yerinde insanların yüreklerine değecektir. Ama bence özellikle Türkler ve Almanlar’ın, yüreklerinde değmenin de ötesinde derin izler bırakacaktır. İki toplumun bir simbiyotik ilişkiden kaynaklanan çok sarmallı sorunlarına, bence ilk kez sinemanın olanaklarıyla bir film başarıyla değiniyor. Bu başarının altında ise, aynı zamanda hem yönetmenin yaşadıklarından, hem de baş rol oyuncularının yaşadıklarından izler taşımasının yattığını belirtmek gerekir. Aslında Fatih Akın’ın başarısı, Almanya’ya göç eden Türkler’in, özellikle üçüncü kuşaklarında ortaya çıkan ait olma, kimlik, özgürlük, gelenek görenek baskısı gibi konulara objektifini çevirmesinden değil, öyküsünü nasıl anlatacağı konusunda yaratıcı bir sinema dili ortaya koymasından kaynaklanıyor. Çünkü daha önce yapılmış bazı Türk filmlerinde, örneğin; Sinan Çetin’in “Berlin in Berlin” filminde de benzeri konular işlenmişti. Duvara karşı’nın başrollerinde oynayan Birol Ünel ve Sibel Kekilli’nin oldukça başarılı bir oyunculuk becerisi sergilediklerini vurgulamak lazım. Sibel Kekilli’nin, bu konudaki acemiliği düşünüldüğünde başarısı daha da öne çıkıyor. Güven Kıraç’ın da başarılı bir komposizyon çizdiği filmde nedense Meltem Cumbul, sanki filme tam inanmamış gibi duruyor.
Film, aslında farklı nedenlerden kaynaklanıyor gibi görünmesine karşın, yaşama tutunamayan ya da tutunma çabalarına engel olunan iki insanın yaşamı üzerine yoğunlaşıyor. Cahit çok sevdiği karısı Katharina’nın ölümü üzerine yaşama tutunma gücünü yitirmiştir. Ayık gezdiği an yok gibidir. Kullandığı arabayla süratle duvara çarparak intihara teşebbüs eder. Sibel ise ailesinin baskısından bunalmış, bileklerini keserek intihar etme girişiminde bulunmuş ve istediği gibi yaşaması ailesi tarafından engellenen gelenekçi bir Türk ailesinin kızıdır. Bu iki insan, intihar etme girişimlerinden dolayı, tedavi gördükleri hastanede tanışırlar. Sibel, ailesinin baskısından kurtulabilmek için Cahit’e sahte evlilik teklif eder. Amacı evli görünmek, bu arada istediği gibi yaşayabilmektir. Bu teklif Cahit’i hiç ilgilendirmediği halde, o da kızın kendisini öldürebileceği olasılığı yüzünden gönülsüz de olsa evlenmeyi kabul eder. Bu arada Cahit’in yakın arkadaşı Şeref ise, onun amcası gibi davranarak kızı babasından ister. Aslında tuhaf bir anlaşma olarak başlayan ikilinin ilişkisi, bu iki insanın birbirine aşık olmasıyla çok farklı yönlere kayar ve her ikisi içinde büyük bedellerin ödenmesine neden olur.
Duvara Karşı, kendilerinden önceki kuşakların yabancı olarak, öteki olarak gittikleri bir ülkede, kendi yakınlarına ve kültürlerine yabancılaşmaya başlamış insanların dramı üzerine bizi düşündürten bir film. Belkide filmin gerçek başarısı, yıllardır sanırım Almanlar’ın da ifade etmek istedikleri halde ifade edemedikleri bir olguyu, hem öteki olarak kabul ettikleri, hem de kendilerinden gördükleri biri tarafından anlatılmasından kaynaklanıyor. Bu film, hem bir Alman filmi hem de bir Türk filmi. Film, Almanya’da yaşamaya göçmüş Türklerin yabancılaşma boyutunu vurgulamak da özellikle genç kuşaklar üzerine yoğunlaşmış gibi görünse de, Fatih Akın’ın akılcı öyküsüyle aslında esas çelişkinin önceki kuşakların kafasında olduğu yansıtılıyor. Sibel’in içinde doğup büyüdüğü bu ülkede, istediği gibi yaşamasına aile baskısı karşı çıkmaktadır. Bu baskı da, otoriteyi temsil eden baba ve ağabey tarafından yapılmaktadır. Ailenin akraba çevresini temsil eden erkek bireyleri de, genlerine işlemiş baskının bir parçasıdırlar. Aslında yaptıklarını normal olarak görürler. Çünkü bu onların geleneklerinde olan bir şeydir. Cahit’le birlikte oynadıkları oyun sırasında, Türk kollektif bilinç altının kadın cinsine iki kategori de baktığını yeniden duyamsarız. Saygın kadınlar (anne, kızkardeş, eş) ve fahişeler (anne, kızkardeş ve eş dışında kalan bütün kadınlar). Bu bakış açısı, Cahit’in onlara kendi karılarıyla neden ilgilenmediklerini sorduğunda ise, saldırgan bir dışa vurum olarak ortaya çıkar. Fakat olayın traji komik olan boyutu ise, bu saygın kadınların kendi aralarında yaptıkları cinsel içerikli sohbetlerdir. Sibel, ailesi tarafından otoriter bir baskıyla karşı karşıya bırakılırken, Sibel’in annesini, filme henüz alışamadan önce neredeyse Alman zannedebiliriz. Çünkü gelenekçi aile de, aslında bu başka ülkede değişmiş, kendi içinde tutucu gibi görünse de modernleşmeye isteksiz de olsa katılmıştır. Baba, geleneği temsil etmesi bağlamında sakallı bir adamken, anne ise tıpkı Alman kadınlar gibi sarışın, modern görünümlü bir kadındır. Aslında, erkek egemen dünyanın yabancı bir ülkede de değişmediği ortamda, yine de modernleşmeyi, çağdaşlaşmayı kadınlar temsil etmektedir. Kendisi de bir erkek olan yönetmen, gözlemlediği erkek ceberrutluğuna tepkisini, kadınların yanında taraf tutarak gösteriyor. Aslında bu doğru bir mesaj gibi görünse de, gelenekçi kültürümüzde, salt kadınların önüne değil, erkeklerinde önüne çekilen bir duvar, set olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Toplumun farklı katmanlarını temsil eden erkek ya da kadın bireyler, bu “duvar”dan farklı şekillerde nasiplerini alıyorlar.
Film aslında salt Türk’lerin, yabancı topraklarda yaşadıkları sorunlar, yabancılaşma üzerinde durmuyor. Fatih Akın’ın objektifiyle, aynı zamanda Batılı toplumları da “öteki” aracılığıyla gözleme olanağı buluyoruz. Bu gözlemde ise geride kalan şey umutsuz, uçlarda gezen insanlar topluluğu olarak göze çarpıyor. Aslında ana karekteri Sibel’i hayatını kurtarmak için kendi topraklarına gönderen yönetmen, onun aracılığıyla diyalektik bir oyun oynuyor. Kafasında sadece dilediği şekilde yaşamak düzeyine ingirdenmiş olan özgürlük anlayışı, Sibel’in en umutsuz durumlara düştüğü anlarda karşılaştığı insani durumlarla değişikliğe uğrar. İstanbul’a geldiğinde çocuk bir kadın olan Sibel, yaşadıkları sonrasında büyüyerek “Selvi Boylum ve Al Yazmalım” gibi pek çok filme konu olan bir ikilemin içine düşer. O da kendisine Asya’nın sorduğu gibi sevgi nedir diye sorar. Yanıtını ise, onun için Almanya’da hapis yatmış olan Cahit’le Mersin’e gitmek yerine, hayatını kurtaran ve çocuğunun babası olan taksi şöförüyle kalarak verir.
Daha önce değindiğimiz gibi, filmin taraflarından biri olmadığınız zaman etkisi belki de sınırlı olabilecek bir film Duvara Karşı. Ayrıca yoğun dram içeren bir temayı diğer taraftan son derece mizahi bir uslupla ele alması ise, filmin artı hanesine eklenecek özelliklerinden. Filmin son derece başarılı bir ses tasarımı olduğu ve özellikle müziklerinin dikkate değer olduğunu vurgulayalım. Filmin argo konuşmalarının zaman zaman dozunu kaçırdığını da belirtmek lazım. Bu filme ilişkin söylenecek son bir kaç şey ise, filme ülkemizde sinemasal özelliklerinden çok, baş kadın oyuncusunun daha önce porno filmlerde oynaması yüzünden medyamızda yoğun bir ilgi gösterilmesiydi. Bu durum en sonunda filmin yönetmeni Fatih Akın’ı da isyan ettirmişti. Uluslararası Berlin Film Festivali gibi prestijli bir şenlikten Altın Ayı alarak çıkan ve yönetmeni bizden olan bir filme karşı gösterdiğimiz ilgi ise, kendi içimizde de ciddi bir yozlaşma ve sığlık sorunu yaşadığımızı göstermesi açısından da düşündürücü.
Bülent VARDAR