Back to Black Film Analizi
Sam Taylor-Johnson’ın Yönettiği ve Matt Greenhallgh’ın senaryosunu yazdığı Back to Black…
Yönetmen: Sam Taylor-Johnson
Senaryo: Matt Greenhallgh
Oyuncular: Marisa Abela, Jack O’Connell, Eddie Marsan, Juliet Cowan, Sam Buchanan ve Lesley Manville
Görüntü Yönetmeni: Polly Morgan BSC, ASC
Kurgu: Martin Walsh Ace, Laurence Johnson
Müzik: Nick Cave, Warren Ellis
Yapımcılar: Alison Owen p.g.a, Debra Hayward, Nicky Kentish Barnes
Yapım Yılı ve Süresi : 2024 122 Dk.
Eskilerden gelen ancak hala geçerliğini yitirmemiş argo bir deyiş “Hızlı Yaşa Genç Öl” der. Her ne denli acılar ve zorluklarla dolu olsa da, küçücük mutlulukların dahi değerli hale geldiği bu kargaşa dolu dünyada, insana verilebilecek en büyük hediye olan yaşamak hakkı, her şeyin üstünde olsa da, genç insanların bu hakkı son derece cömert ve umarsız biçimde kullandıklarını düşünenlerdenim.
Sam Taylor-Johnson’ın Yönettiği ve Matt Greenhallgh’ın senaryosunu yazdığı Back to Black, kısa bir sürede, besteleri ve sesiyle haklı bir şöhrete ulaşan, ancak, karmaşık ruh hali, dağınık yaşamı ve şöhretin getirdiği zorluklarla başa çıkmakta yetersiz kalarak, tutkulu ancak başarısız bir birlikteliğin de katkısıyla alkol ve uyuşturucu batağında genç yaşta yaşama veda eden, bohem atmosferiyle tanınmış, Kuzey Londra’nın “Camden” bölgesinde yetişmiş, dobra Londra kızı Amy Winehouse’un, şöhrete ulaşması ve ölümüne kadar yaşamının son dekadına odaklanan, sinemadaki teknik terimiyle bir “biopic”.
Amy’nin kendi bakış açısıyla anlatılan hikâyesi, Londra’nın kuzeyindeki Camden semtinde yaşayan bir Yahudi ailenin ebeveynleri Mitch (Eddie Marsan) ve Janis’in (Juliet Cowan) ayrılmasıyla başlıyor. Amy’nin, büyükannesi Cynthia (Lesley Manville) ile arasında derin bir bağ bulunmaktadır. Görmüş ve geçirmiş bir karakter olan Cynthia, Amy’nin rol modelidir. Göz alıcı, görkemli, aşk ve cazla dolu eğlenceli bir geçmişi vardır. Genç Amy, şarkılar yazmaktadır. Bunlar karmaşık duygularını sert sözlerle dışa açan ve kendine has tarzını öne çıkaran bestelerdir. Besteleri ve güzel sesiyle, yerel publarda sergilediği performanslarla kısa sürede ilgi çeker. İlk albümü Frank’in başarısına karşın hayat biçimini değiştirmemekte direnir. Besteleri, birçok insanın duygularına dokunan hit şarkılar haline gelmiştir. Ancak hızla gelen şöhret ve başarı, Amy Winehouse için bir şey ifade etmemektedir. Onun kendisine özgü bir yaşamı ve hedefleri vardır. The Good Mixer isimli barda bilardo oynarken, kendisine, barın müzik dolabında çaldığı The Shangri-Las’nın bir şarkısı eşliğinde kur yapan Blake (Jack O’Connell) ile tanışır. Aralarında ani bir çekim oluşur ve Blake’in beraber olduğu bir sevgilisi olmasına rağmen aşk yaşamaya başlarlar. Blake’in uyuşturucu kullanması sorunları artırır. Sürekli kavga eden çift ayrıldığında bunalıma giren Amy’ de uyuşturucuyla yüzleşir. Menajeri Nick (Sam Buchanan) rehabilitasyona girmesini istese de Amy, babası Mitch’i bunun gereksiz olduğuna ikna eder. Aşk acısı yaşamaktadır ve rehabilitasyon yerine New York’a giderek ikinci stüdyo albümü olana Back to Black’i yazmaya başlar. Bu albümünde Blake ile ayrılışını şarkı sözlerine dökecektir. “Tatlı serseri” Blake ile yaşadığı tutkulu ilişki, bir küs bir barışık devam ederken bu ilişkiyi ani bir evliliğe taşıyacaklar, ancak yürütemeyeceklerdir. Kalbi kırıktır ve sevgili büyükannesi akciğer kanserinden ölür. Tüm bu yaşananlar ve rehabilitasyona girmesine karşın Blake tarafından reddedilmesi, kaçınılamaz sona doğru adım adım yaklaşmasına neden olacaktır
Blues, Jazz, Soul, RB gibi müzik türlerinin doğduğu topraklardan ayrı olarak, İngiliz müzisyenlerin bu türlere getirdiği yorum ve ilgileri, örneğin Eric Clapton gibi önemli besteci ve müzisyenleri öne çıkarmıştır. İngiliz müzik endüstrisinin Beatles’dan başlayarak, Jethro Tull, Pink Floyd, Led Zeppelin, Queen, Deep Purple, Uriah Heep gibi gruplar ve John Lennon, Elton john, Daviz Bowie, Mick Jagger, Phil Collins, Freddie Mercury gibi solistler ve burada ekleyemediğimiz ve saymakta zorlandığımız diğerleri gibi birçok önemli grup ve müzisyeni dünya sahnesine çıkarmaktaki katkısı ve bir anlamda, dünya rock ve popüler müziğini dizayn etmekteki başarısı, dikkatle altı çizilmesi gereken bir detaydır.
Film yakın tarihe damga vurmuş bir müzik starının yaşamına ışık tutarken, kronolojk olarak Amy Winehouse şarkılarını da bizlere hatırlatıyor. Şarkıcının Back to Black, Rehab gibi önemli hitlerinin arkasındaki duygusal yoğunluk, aslında bir şarkının yaratılmasında, yaşanmışlığın ve ruh halinin önemine de başarıyla işaret ederken, hit şarkı üretmenin bir formülü olmadığını ancak, buna uygun bir ruh hali ve yaşanmışlık gerektiğini de hikayeye bir alt metin olarak iliştiriveriyor. Ayrıca gerçek sanatçıların kendine özgü bir ruh halleri olduğu, sıradan ilişkilerden haz duymadıkları, kolayca öne sürülebilecek bir unsur haline gelirken, üretebilmek için acaba bu denli “kafayı bulmak mı“ gerekiyor dedirten bir atmosfer de, doğal olarak dikkatimizi çekiyor. Hayranlar olarak adlandırdığımız toplum kesimleri, magazin basınıyla birlikte şöhretler üzerinde amansız bir baskı yaratan takipçiler ve özellikle paparazzilerin amansız takibi, şöhretli olmanın ne denli ağır bir bedeli olduğunu da hatırlatıyor.
Filmin ilginç sayılabilecek noktalarından birisi de Amy Winehouse ve Blake arasındaki tutkulu ancak tahrip edici ilişkinin şarkıcının ölümüne dair bir unsur olduğunu hissettirmesi ve usulca ama güçlü bir biçimde bu durumun altını çizerek gelişen senaryosu. Belki Amy Winehouse hayranlarını tatmin etmeyecek bir sinema söylemi öne çıksa da, Yönetmen Sam Taylor-Johnson, “Amy’nin bakış açısından, onun gözlerinden izlediğimiz bir film yapmak istedim”, “onun gerçeğinin bulunabileceği tek yer şarkı sözlerinde ve müziğindeydi. Hikâyesini onun sözleriyle, yazdığı ve içini döktüğü şarkılarla anlatmak istedim. Şarkılarında aşkını, acısını, hayal kırıklığını derin duygularla ve çoğu zaman çok sert bir dille söyledi” diyor. Bu noktada dikkat çeken bir detay da, yapım notlarından anladığımız kadarıyla filmdeki şarkıların Marisa Abela tarafından seslendirilmesi. Bazı görüşlere göre, Abela, Amy’yi canlandırmakta yetersiz kalarak başarısız bir profil sergilese de, Yönetmen Sam Taylor-Johnson, şarkı söyleme yeteneğinin ikinci planda olduğunu hatırlatırken, “ama şans bu ya, talih yüzümüze güldü çünkü Marisa çok güzel şarkı söylüyordu ve film boyunca tüm şarkıları kendi söyledi ve inanılmazdı.” diyor.
Filmde canlandırılan canlı performanslara, 2008’deki Glastonbury seti ve Grammy Ödülleri’nde Back to Black albümüyle Yılın Albümü ödülünü aldığı an da dahil. Yönetmen, filmde “Grammy Ödülleri’nde çalan grup, aynı grup” diyor. Bu noktada mekân olarak kullanılan “The Good Mixer” ve “Dublin Castle” barları, “Jeffrey’s Place”, Camden Meydanı ve kanal, filmin atmosferine ve set tasarımına başarıyla katkı yapıyor. “Camden’da olmak çok önemliydi, burası Amy’nin hayatının ve kimliğinin büyük bir parçasıydı.” diyor Yönetmen Taylor-Johnson.
Amy’nin büyükannesi Cynthia ile Amy arasındaki ilişkiyi ve ölümünün Amy’i nasıl derinden etkilediği filmde öne çıkan sahnelerden. Tam bu noktada Winehous hiti Back to Black, filmdeki en önemli kırılma noktasında hikayeye başarıyla eşlik ediyor ve potansiyeli yüksek duygusal bir atmosfer yaratıyor. Yönetmen Taylor-Johnson, bu sahnelerle ilgili olarak, “bence her şey o zaman ters gitmeye ve hayatı çözülmeye başladı. O ilişkiyi olabildiği kadar derin ve anlamlı göstermek bizim için önemliydi” diyor.
Filmin dikkat çeken bir eksiği, Amerikalı Jazz ve geleneksel pop şarkıcısı Tony Bennett ile ilgili bölümler. Bilindiği gibi Amy Winehouse, şöhrete ulaştıktan sonra Tony Bennett ile ikili bir performansa imza atmıştı. 2023 Yılında aramızdan ayrılan Tony Bennett hakkında Amy’nin babaannesi Cynthia’nin gülümseten yorumu esprili bir detay haline gelirken, 97 yaşında vefat eden şarkıcının hayatta olmamasının, filmde gerektiğince temsil edilmeyerek elde olmayan bir eksikliğe yol açtığını düşündürüyor.
Toparlayacak olursak, Yönetmen Sam Taylor-Johnson imzalı Back to Black, Amy Winehouse’ın ölümünden önceki son on yıla odaklanan ve büyük sükse yaratan ve Grammy tarihine geçen ikinci ve son stüdyo albümü Back to Black’i merkezine alan, önceki yıllarda festivalde de gösterilen ve arşiv görüntüleriyle oluşturulmuş Asif Kapadia imzalı “Amy” (2015) belgeseline kıyasla üzerinde detayla çalışılmış bir yapım. Film, başarılı sayılabilecek prodüksiyon, kostüm-makyaj ve müzik tasarımına karşın, sinemaya dair fazla vaatte bulunmuyor. Genç yaşta yaşama veda eden şarkıcının önemli hitlerini tekrar hatırlamak ve özellikle, bu iç sızlatan dramatik sona nasıl gelindiğini, kadın bir yönetmenin sinema üslubuyla bir nebze olsun anlayabilmek için, film, bir fırsat haline gelirken, Amy’nin şarkılarındaki kronolojiyle ve yaşanmışlıklardan güç alan bu bestelerle, birçok bilinmeyenin, tartışmalı olsa da müzikal bir izahı haline de geliyor. Bazı dikkat çeken eksiklerine karşın, Amy Winehouse hayranları, müzikseverler ve bu türe ilgi duyan sinema meraklıları için, vizyondakiler arasında önemli bir seçenek olarak değerlendirilebilir.
Hikmet Vardar