Avatar: Suyun Yolu
Avatar: Suyun Yolu Film Analizi
Yönetmen: James Cameron
Görüntü Yönetmeni: Russell Carpenter
Senaryo: James Cameron, Rick Jaffa, Amanda Silver, Josh Friedman ve Shane Salerno
Oyuncular: Sam Worthington, Zoe Saldaña, Sigourney Weaver, Stephen Lang ve Kate Winslet
Müzik: Simon Franglen
Yapımcılar: Jon Landau
Yapım Yılı ve Süre: 2022/192 dk.
Eskilerin güzel bir deyişi vardır. Su akar yolunu bulur derler. 2009 yılında önemli gişe başarısı elde etmiş ve Oscar Ödüllerini toplayarak, yine bir Cameron filmi olan Titanik’in başarısını farklı bir şekilde yukarıya taşımış Avatar filminin, James Cameron yönetmenliğinde çekilen devam filminde, adeta, Su akıyor, Yolunu buluyor.
Filmografisinde, Terminatör, Rambo, Titanik, Avatar gibi büyük gişe başarısı bulunan ödüllü filmlere imza atmış Kanada asıllı Yönetmen James Francis Cameron, tam 13 yılın ardından yeni Avatar filmi ile izleyicileri aksiyonla dolu bir macera için Pandora’nın büyülü evrenine geri götürüyor. Bu defa Pandora’nın kutusu açılıyor mu dercesine, kendimizi IMax destekli, yine eskilerin deyişiyle bir temaşa atmosferinde buluyoruz. Bu yolculukta hikayenin kahramanları olarak Sam Worthington, Zoe Saldaña, Sigourney Weaver, Stephen Lang ve Kate Winslet gibi bilinen isimler yer alıyorlar. James Cameron, Rick Jaffa, Amanda Silver, Josh Friedman ve Shane Salerno’nun senaryosunu kaleme aldığı ‘Avatar: Suyun Yolu’nun yapımcılığını Jon Landau üstlenmiş. Rekorlara imza atan filmi Titanik En İyi Yönetmen dahil 11 Oscar® ödülüyle, neredeyse tüm ödülleri kazanırken, Avatar, Titanik’in elinde tuttuğu rekoru kırmıştı. Böylelikle kendi rekorunu kırarak çıtayı biraz daha yükselten ve bir süre belgesel çekimlerine de ağırlık veren Cameron, adeta bir yarı belgesel havasındaki Avatar ile yeniden beyaz perdeye dönerken, o dönemde, Fusion Camera System teknolojisini kullanmıştı.
Günümüze geri dönersek, Sam Worthington ve Zoe Saldaña, ailelerini bir arada tutmak için tüm becerilerini kullanan sevgi dolu çift Jake Sully ve Neytiri’yi canlandırarak ilk filmdeki rollerini yeniden tekrarlıyorlar. Ancak, teknoloji ile kuşanmış ve kendi avatarlarını yaratmış ‘beyaz adam’ peşlerine düşüyor ve öngörülemeyen çatışmalar onları evlerinden uzaklaşmak zorunda bırakınca, Sully’ler, Pandora uydusunun uçsuz bucaksız bölgelerine adeta mitolojik bir seyahat yaparak, çevrelerindeki okyanuslarla uyum içinde yaşayan Metkayina klanının bir resifte yer alan yaşam alanına sığınıyorlar. Sully’ler, burada hem farklı tehlikeler ve güzelliklerle dolu su dünyasının hem de yeni topluluklara uyum sağlamanın getirdiği rahatsız edici koşullarda yollarını bulmayı öğrenmek zorunda kalacaktır.
“Filmi izleme, parçası ol” mottosuyla sinema izleyicisine 3 boyutlu bir deneyim sunan IMax teknolojisiyle kotarılmış bu devam filmiyle, Yönetmen James Cameron, bizlere adeta bir kariyer özeti yaparken, filmografisinde yer almış başarılı filmleri hatırlatan sekanslar ve kamera arkası görüntüleriyle, son dönemlerde, “Deepsea Challenger” adlı özel denizaltısıyla tek başına gerçekleştirdiği dalışı hatırlatıyor. Yönetmen Guam Adası’nın yaklaşık 320 km güney batısındaki, dünyanın en derin noktası olarak bilinen Mariana Çukuru bölgesindeki Challenger Deep noktasına dalmıştı. Deepsea Challenger projesi, Cameron, National Geographic ve saat yapımcısı Rolex tarafından desteklenirken, ünlü saat markası Rolex® in bu dalış anısına özel bir model ürettiğini de hatırlatalım. Cameron, okyanusun derinliğinde üç saat film çektikten ve çeşitli numuneler topladıktan sonra başarıyla su yüzüne çıkarken, bu dalış, Yönetmenin, 1989 yılında çektiği ve okyanusların derinliklerinde keşif yapan bir araştırma ekibini konu alan Abyss filmini 23 yıl sonra gerçeğe dönüştürmüştür.
Ayrıca James Cameron, deniz araştırmalarıyla bilim dünyasında da göz ardı edilemeyecek bir yere sahip olmasıyla tanınıyor. Bilinen bir film yönetmeni olmakla birlikte pek çok deniz bilimcisinden daha fazla okyanus tabanı ile ilgili araştırmalar yapan Cameron, başka bir gezegene ayak basma şansının çok düşük olduğunu bilerek buna en yakın heyecanı denizaltı araştırmalarında yaşayacağını düşünerek dalış dersleri almaya başlar. Ona göre denizler, kendi özel kuralları olan çok farklı bir dünyadır. O zamandan bu yana suyun içinde binlerce saat geçirdiğini belirten Yönetmen, sualtı araştırmalarının faturaları ödemediğini ve yüksek bütçeli Hollywood filmleri için yeterli kaynağı yaratmadığını bilmektedir.
Titanik’i çekerken, görüntü kalitesi ve gerçeğe uyması açısından gerçek deniz araştırmaları yaptıklarını belirtir ve bu arada filmin çekimi sırasında, derin denizlerin altında neler olup bittiği ile ilgili bulgularının sokaktaki adamla paylaşılmasının yarattığı mutluluğun altını çizer. Titanic ve Bismarck gibi gemi enkazları ile ilgili çalışmaların yanı sıra hidrotermal delikler de ilgilenen Yönetmen, Atlantik’te bu gibi menfezlerin olduğu noktalara Orta Atlantik Sırtına seferler yapar. Titanic gösterime girince çok büyük bir gişe hasılatı yaparken, bu durum gemi enkazının içine girecek nitelikte uzaktan kumandalı bir araç (ROV) yapma fikrini de güçlendirir. ROV’un Titanic’in lumbozundan içeriye girmesi planlanır. Bu da 43 cm’den büyük olmayan bir araç olmalıdır. Üç yıllık bir sürede ve 2 milyon dolarlık bir harcamadan sonra iki adet ROV geliştirilir. Sonuçta bunların yardımıyla Titanic’in içine girilerek ‘Ghosts of the Abyss’ filmi çekilir.
Bu noktada bilimin bir öyküsü olabilir mi sorusu öne çıksa da, Yönetmene göre bilim bir dedektiflik öyküsüdür ve bu açıdan heyecan vericidir. Bilimsel araştırmaların içinde canlı, duygusal ve çarpıcı olaylar dizisi saklıdır. Bilimin itici gücü entelektüel meraktır. Ancak İnsanlar bilim adamlarını stereo tipler olarak algılar. Bu insanlar beyaz gömlek giyer ve didaktik bir dille konuşurlar. Bilim adamları sıradan insanlar olarak değerlendirilemez. Aslında bilim adamlarının çoğu ilginç, dinamik insanlardır. İnsanların çoğunun amacı para kazanmaktır. Toplumlar böyle bir amacınız yoksa, sizi tuhaf karşılarlar. Bu noktada Cameron’un ilgisini hayatta para kazanmaktan başka amaçları olan insanlar çekmektedir. Bunlar sanatçı, kâşif, yazar, bilim adamı veya daha anlamlı hedeflerin peşinde olan insanlar olabilir. Ancak ona göre Batı toplumları yanlış insanları dikkate değer bulmakta ve yüceltmektedir.
Kuşkusuz böylesine deniz ve macera aşığı, bilim ve araştırma gönüllüsü bir yönetmenin kotardığı Avatar: Suyun Yolu filmi, bir belgesel mantığıyla bakarsanız fazla söze gerek bırakmıyor. Ancak belgesel hasılat elde edilmesi zor bir sinema türü olduğu için, Hollywood un bilinen kalıpları başarıyla devreye giriyor ve ilkel ve fütüristik savaş donanımları ve kahramanlık öykülerinin beylik kalıpları ve sinema standartlarında her noktada Cameron filmlerinden benzerlikler bulabileceğiniz sekanslarla ve Vietnam filmlerine benzer helikopter harekatlarını anımsatan sahnelerde (bu noktada Francis Ford Coppola imzalı Apocalypse Now (1979) / Kıyamet filminde Wagner imzalı ‘Ride of the Valkyries’ eşliğinde bir Vietkong köyüne helikopterlerle yapılan saldırı sahnesi hemen aklımıza geliyor) uçan ve yüzen canlıların teknoloji ürünü yarı dron helikopterlere parmak ısırttığı, at yüzlü, kedi kulaklı ve kuyruklu Na’vi türlerinin kıyasıya çatıştığı ve aksiyon sinemasının tüm trüklerine zirve yaptıran bir kapışma seyirciyi koltuğuna mıhlıyor. Cameron, kişisel sinema birikiminin güç verdiği amansız bir sinema diliyle seyirciyi adeta görsel olarak silkelerken, sinema tarihinin müthiş aksiyonlarından esintiler taşıyan stilize şiddet sahneleri ve belgesellere yakışacak bir görüntü estetiği oluşturan tabiat görüntüleriyle göz alıcı bir kolajı beyaz perdeye yansıtıyor. Bu durum öyle bir hal alıyor ki, kendinizi, Poseidon Macerasından Kusursuz Fırtınaya ve hatta Jaws’a uzanan bir çok deniz temalı filmde gerilim unsuru haline gelmiş sekansları hatırlamaktan ala koyamıyorsunuz.
Ancak biraz soluklanarak düşünmeden de yapamıyoruz. Her türlü beylik Hollywood unsuru alt metin ve sinemasal söylem, filme ustaca yerleştirilse de bu filmi nasıl okumalıyız sorusu esas mesele haline geliyor. Bu noktada James Cameron’un devam filmi bize göre yeni bir şey vaat etmiyor. 3 saatten fazla süren ve Hollywood tarzı sinema kuramının eski nesil aksiyon anlayışına sadık kalınarak senaryolaştırılarak, artık ezberlenmiş aksiyon kalıplarının ustalıkla kullanıldığı bu film, aslında efekt ve makyaj sanatının öne geçtiği, seyirciyi sıkmayan ve temposu yüksek bir seyirlik haline geliyor. Cameron’un denizlerin altına olan merakı görsel olarak filme çok detay katsa da, bu durum da fütüristik bir baş yapıt yaratmaya bize göre yeterli olamıyor.
Toparlanacak olursa, duayenler arasında yerini kanıtlamış Yönetmen James Cameron, günümüz sinema teknolojisi ve Disney imkanlarıyla gösteri yönü ağır basan bir filme imza atmış. Uzun süresine karşın sarkmayan ancak finale doğru artık uzadığını hissettiren ve yeni bir şey vaat etmeyen öyküsüyle bu devam filmi, 2009 yılında ses getirmiş Avatar’ın denizlere açılmış versiyonu olarak mı okunmalıdır? Bu noktada hemen bir düzeltme yapalım. Bu devam filmi, aslında denizlere fazlasıyla aşina Yönetmen Cameron’un, geçmişte büyük başarı kazanmış bu fantastik kurguya denizler üzerinden yeni bir çıkış yolu aramak çabası demek daha doğru olabilir. Bu bakımdan Avatar:Suyun Yolu, zaman zaman görüntü fonu kullanan dijital radyo kanallarını andırır ve belgesellere göz kırpan sekanslarıyla, Amerikan Donanmasının mega hovercraftlarından esinlenmiş görünen fütüristik balina avlama gemisiyle bir balina (ya da Cameron’un filme uyarlamasıyla Tulkun) avını beyaz perdeye aktarırken, cılız söylemlerini filme muhalefet unsuru olarak katan ancak sistemin memuru deniz biyoloğu tiplemesiyle bizleri zaman zaman gülümsetiyor. Oklarla lazer güdümlü silahların kapıştığı ve Amerikan tarihinin değişmez kontra savaşçıları Kızılderililere ve vahşi batı temalı filmlere dahi göz kırpan senaryosu ve kurgusuyla, bu sinemasal kolaj, türün meraklıları ve Cameron filmografisini takip etmek bakımından vizyondakiler arasında ilginç bir seçenek haline gelebilir.
Hikmet Vardar