53. Uluslararası Antalya Film Festivali Aktiviteleri
53. Uluslararası Antalya Film Festivali kapsamında gösterim sonrası söyleşilere katılan Enkaz, Tarla, 76 Dakika 15 Saniye ve Fransa Turu ekipleri, seyircilerin sorularını cevaplandırırken Türkiye ve dünyada yaşananlara dair duyarlılıklarını da ifade etti.
53. Uluslararası Antalya Film Festivali kapsamında gösterim sonrası söyleşilere katılan Enkaz, Tarla, 76 Dakika 15 Saniye ve Fransa Turu ekipleri, seyircilerin sorularını cevaplandırırken Türkiye ve dünyada yaşananlara dair duyarlılıklarını da ifade etti.
Festival kapsamında Rengahenk seçkide yer alan ve 17 Ağustos depreminden hareketle çekilen “Enkaz” ile bir aile üzerinden insan ve mülkiyet ilişkilerini sorgulayan “Tarla”, Anısına bölümünde gösterilen, yakın zamanda kaybettiğimiz, iki yıl önce Antalya’da Yaşam Boyu Başarı ödülü takdim edilen İranlı büyük sinemacı Abbas Kiyarüstemi hakkındaki “76 Dakika 15 Saniye” (76 Minutes and 15 Seconds) belgeseli ve Dünya Sinemalarından bölümünde yer alan “Fransa Turu” (Tour de France) filmlerinin ekipleri, gösterimler sonrası seyircilerin sorularını cevapladı.
17 Ağustos depreminden çıkan film; Enkaz
Genç yönetmen Alpgiray M. Uğurlu’nun ikinci uzun metrajlı filmi “Enkaz”ın, AKM Perge Salonu’ndaki söyleşisi, seyircilerin uzun alkışları sonrası başladı. Söyleşiye, film ekibinden yönetmen Alpgiray M. Uğurlu ile oyuncular Berke Üzrek ve Burak Türker katıldı. Sinema yazarı Burak Göral’ın moderatörlüğündeki söyleşi boyunca da hem ekip hem seyirciler gözyaşlarına hakim olamadı.
İnşaat mühendisliği okuduğu yıllarda 17 Ağustos 1999 depremiyle ilgili gördüğü fotoğraflar üzerine bu filmi yapmaya karar verdiğini anlatan Uğurlu, şunları söyledi: “Böyle bir filmin nasıl yapılacağını düşünmeye başladım ve Buried filmi aklıma geldi. Akasya Asıltürkmen ile çalışırken çok zorlandık, ikimiz de duygusal insanlarız. 1999’da sabah kalktım; anneannem ağlıyordu haberler karşısında. O direkt etkiliyor sizi”
Akasya Asıltürkmen’in yer aldığı sahneler için Medina Turgul’un, stüdyosunu, kendilerine bir hafta boyu ücretsiz kullandırarak yardımcı olduğunu dile getiren yönetmen, “Akasya da kendini çok ait hissetti karaktere. O da depremde sevgilisini kaybetmişti. Onunlaçalışmak benim için büyük şans” diye konuştu.
Oyunculardan Berke Üzre de 17 Ağustos’un herkes üzerinde travmatik bir etki bıraktığına değindi: “Hayatta kalanlar, etkisinden çok zor kurtuluyor. Çok daha trajik hikayeler var ama onları perdeye taşımak mantıklı olmayabilir. Yaşam standartlarımızı gözden geçirmeliyiz. Yaşamımızı gözlemleyip kendi hayat kalitemizi artıracak hızlı adımlar atmalıyız”
Cemil Ağacıkoğlu: Ülkenin durumu, “Tarla”yla neredeyse birebir
Rengahenk seçkideki bir diğer film olan “Tarla”nın ekibi de gösterim sonrası seyircilerle bir araya geldi. Yönetmen Cemil Ağacıkoğlu ile oyuncular Serkan Ercan ve Ilgaz Kocatürk, AKM Perge Salonu’nda FIPRESCI başkanı, sinema yazarı Alin Taşçıyan’ın moderatörlüğünde soruları cevaplandırdı.
Taşçıyan’ın, “Cemil sayesinde Türkiye sineması taze bir aktör kazandı” sözleriyle takdim ettiği Ilgaz Kocatürk, söyleşide ilk sözü aldı ve şöyle konuştu: “Askerden gelmiştim. Konservatuarı bitirip ticaret yaptım. Serkan ağabeyle aynı yerden, İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuarı’ndan mezunuz. Mezun oldum, sevdiğim kızla evlenmek için askere gittim, sonra evlendim. Literatür Yayınları diye bir yayınevimiz var. Bu süreç sanattan uzaklaştırıyor biraz. Senaryoyu okurken çok eğlendim. O kadar güzel yazılmış ki… Cemil ağabeyle tanışıp bir fırsat olunca korktum, antrenmansızdım. Ama inanılmaz güzeldi. Çok şanslıyım”dedi.
Kentli bir yönetmen olarak doğrudan taşrayla ilişkili olan ‘tarla’ üzerine film yapma sürecini anlatması istenen yönetmen Cemil Ağacıkoğlu ise şunları söyledi: “Ülkenin içinde olduğu durum, ‘Tarla’yla birebir neredeyse. Uzun yıllar tekstil ticareti yaptığım için karakteri çok iyi biliyorum. Çekim yaptığımız yerler, memleketime çok yakın yerler. Etrafımda bu karaktere benzer çok insan tanıdım. Tarla tabii ki simge. Asıl önemli olan, unuttuğumuz aile kavramı. Çocuklar evden uçuyor, sadece işleri düşünce aileyi düşünüyor. Bir tarla için kardeşler birbirini görmüyor. Babayla çocukların arası açılıyor”
Seyfullah Samedyan: “Hem çok mutlu hem çok üzgünüm”
“Anısına” bölümünde yer alan ve yakın zamanda kaybettiğimiz İranlı büyük usta Abbas Kiyarüstemi hakkında, 20 yıllık dostu Seyfullah Samedyan tarafından hazırlanan “76 Dakika 15 Saniye” belgeselinin gösterimi sonrası söyleşide duygu dolu anlar yaşanırken Kiyarüstemi’den bahsedilince seyircilerin de yönetmenin de sık sık gözleri doldu.
Sözlerine, “Çok çelişik duygular içindeyim. Hem çok mutlu hem çok üzgünüm. Sinema adına sizinle beraber bir şey izlediğim için mutluyum fakat içimi acıtan şey, Kiyarüstemi’nin ismini bu bölümde görmek” diye başlayan Samedyan, Kiyarüstemi ile dostluklarını şöyle anlattı: “En az yirmi beş sene ülke içinde ve dışında beraber seyahat ettik. İran’daki atölye çalışmalarından dışarıdaki festivallere kadar hep beraberdik. Sevgili Abbas’ın büyük oğlu Ahmet, beni Amerika’dan aradı ve babası için yeni bir şeyler yapmak istediğini söyledi. Bu anlamda ne kadar zor bir kurgu yaptığımı tahmin edebilirsiniz. Ölümünden sonra böyle bir şey yaptığım için çok üzgünüm. Ama Abbas gibi birinin profesyonel ve kişisel hayatından çok özel sahnelere şahit olacağınız ve bunu sizlerle buluşturduğumuz için de mutluyum. Kiyarüstemi sadece bir yönetmen değil fotoğrafçı ve grafik sanatçısıydı, bir şairdi. İnanılmaz bir emekçiydi; günde yirmi saatten fazla çalışırdı. Filmin adı; 76 dakika 15 saniye; Abbas, 76 yaşında 15 gün yaşadıktan sonra bu hayattan ayrıldı”
Samedyan, alışık olunanın aksine, belgeselde sanatçı hakkında görüşlere yer vermemesinin sebebini ise şöyle açıkladı: “Aslında pek çok sinemacı, gazeteci, sinema yazarı ve sanatçı ile görüştüm ama hepsini bir tarafa bırakıp Abbas’ın görselliğini kullanarak Abbas’ın sinemasına dair bir şeyler yapmak istedim.
Eğlenceli bir film, eğlenceli bir söyleşi: Fransa Turu
Dünya Sinemalarından bölümünde yer alan “Fransa Turu” (Tour de France) filminin yönetmeni Raşid Djaidani de gösterim sonrası Migros AVM Salon 6’daki söyleşiye katıldı. Genç yönetmen, cana yakın tavırları ve esprileriyle seyircileri bol bol da güldürdü.
“Romanlar yazdım ve boksörlük geçmişim var” diyerek kendini tanıtan Djaidani’ye; filminde oynaması için usta oyuncu Gerard Depardieu’yü nasıl ikna ettiği soruldu. Yönetmen buna, “Basın danışmanı sayesinde oldu. Senaryoyu bile okumadan kabul etti. 15-20 dakika sohbet ettik. Bu filmi beraber yapacağız, dedi bana. Hayatın bir hediyesi kendisi, inanılmaz bir insan” cevabını verdi.
Djaidani, Cezayir asıllı Fransız bir rap’çi karakterinin başrolde olduğu filmden bahsederken Fransa’daki durum hakkında da bilgi verdi: “Filmin hikayesi kafamda uzun zamandır var. İki sene önce yazdım. Amacım, Cezayir – Fransa arasındaki geçmişi de hatırlatmaktı. Ben banliyöde büyüdüm. Türk arkadaşlarımız Fransa’ya bizden daha sonra geldi. Türkler daha kendi içinde, bizimle ya da diğerleriyle çok fazla karışmıyorlar. Türkiye’de ve Fransa’da yaşanan saldırılara değinecek olursam; beni çok içten yaralıyor. Kaybettiğimiz kişiler için aynı üzüntüyü yaşıyorum. Toplumun farklı kesimleri arasında yaşanabilecek gerginliklere gelecek olursam; bir devletin, tüm gerginliklerin önüne geçecek öngörülere sahip olması gerekir” dedi.
Filmdeki rap’çi Faruk karakterini gerçekten bulup bulamayacağını soran bir seyirciye ise yönetmen “İsmi Sadık; ilk defa bir filmde oynuyor. Ve gerçek hayatta da rap’çi, filmdeki tüm şarkıların sözlerini o yazdı. Fransa’da çok tanınmış biri, yani bulabilirsiniz” diye gülerek cevap verdi.
Djaidani, söyleşiyi ise “Antalya’da olmaktan çok mutluyum. Daha önce Malatya, İstanbul ve şimdi Antalya; Türkiye’ye her gelişim ayrı bir mutluluk. Sizi görmeyi seviyorum. Sokaklarda dolaşmayı seviyorum. Aromaları tatmayı seviyorum. Sesleri duymayı seviyorum. Sizin yanınızda hayatın güzel olduğunu hissediyorum. Sizi seviyorum” sözleriyle selamladı ve büyük alkış aldı.
Festivalde ezber bozan, cesur bir yönetmen “Yahudiliğim için Filistinliler’le dayanışmam şart”
53. Uluslararası Antalya Film Festivali Uluslararası Yarışma Bölümü’nde yer alan “48 Kavşağı” filminin yönetmeni Udi Aloni, gösterim sonrası seyircilerle söyleşi-sinde duygu ve düşüncelerini tüm samimiyetiyle paylaştı.
Altın Portakal için yarışan “48 Kavşağı” (Junction 48) filminin yönetmeni Udi Aloni de gösterim sonrası seyircilerle samimi bir söyleşi gerçekleştirdi.
Festivalin Uluslararası Program Koordinatörü Nesim Bencoya’nın moderasyonu üstlendiği söyleşiye Aloni, “Genelde soru cevap bölümüne yaşlılar kalır, gençler gider ama bu defa gençlerin çoğunlukta olduğunu görüyorum” sözleriyle teşekkür ederek başladı. Bencoya, yönetmeni, “İsrail’de eski aktivistlerdendir ve İsrail – Filistin konularını ele alan pek çok çalışma yapmıştır. İsrail’de Filistinliler barışın sözünü etmekte zorlanırken Udi, Yaser Arafat’ı konu alan bir belgesel çekmiştir” diye tanıttı.
Yönetmenin bu sözlere yorumu ise hayli samimiydi ve seyircileri etkileyerek büyük bir alkış aldı. Aloni şöyle konuştu: “Bu film, aktivistten daha çok Müslüman gençlerin bütün dünyada kendilerini bulma çabası. Aslında bu sadece onlarla da kısıtlı değil; dünyanın her yerinde genç insanların, fakir sınıfların çocuklarını, fakir semtlerde ve kültürel baskı altında yaşayanların hikayesi olarak görüyorum. Şimdi anlamanızı istiyorum: Ben İsrailli bir Yahudiyim ve benim Yahudiliğimin tam olarak ifade edilebilmesi için Filistinliler ile tam bir dayanışma içinde olmam gerektiğini düşünüyorum. Tabii siyaset için bunlar büyük laflar; yıllar önce Yaser Arafat ile röportaj yapmaya gittiğimde onların ofislerinde bütün cevapları öğrendiğimi sanıyordum. Ama on beş yıl önce ilk defa Arap gettosuna gittiğimde hip-hop müziği yapan gençlerle tanıştığımda artık topyekün ‘hürriyet ya da ölüm’ sloganlarının dışında yepyeni sesler çıkmaya başladığını gördüm”dedi
Aloni ise gelişmelerden pek de umutlu olmadığını şöyle ifade etti: “Filistinliler ile İsrailliler’in birlikte izlediği filmler, birlikte katıldığı konserler oldu. Ama genelde öyle olmuyor. Hükümetin tutumu yüzünden Filistinliler mesela filmlere ve konserlere gelemiyor ama öte yandan ben özgürlükten faydalanabiliyorum ve bu filmi çekebiliyorum. Şu an dışarıda büyük bir sel ve fırtına var, Nuh’un zamanındaki gibi. Ve biz; eşitliğe, özgürlüğe inanan Yahudiler ve Filistinliler olarak kendimizle bir bağ kurduk. Ve bu fırtına bittiği zaman, bu sel sona erdiği zaman, ki bir gün sona erecek, biz Nuh’un gemisinden çıkıp yeni bir yaşam önermek istiyoruz dünyaya. Barış sadece bir isimdir; adalet yoksa barış neye yarar?”
Filmdeki müzik kullanımını soran bir seyirciye yönetmenin cevabı ise şöyle oldu: “Değişik nedenlerden ötürü müzik benim için çok önemli . Çoğu zaman sinemada bir tek hikaye ele alınır. Bu, Amerikan konsepti ama bütün dünyada aynı şekilde yapılıyor. Sadece kadınların ezilişinden, işçilerin ezilmesine ya da sadece İsrail’in Filistin’i işgal etmiş olmasında ortaya çok renksiz bir tablo çıkar. Müzik, filmde yer alan birkaç hikayeyi birleştirmemde yardımcı oldu. Çoğu zaman sahne geçişlerini müzikle yaptık. Bütün şarkılar film için yapıldı. Şarkıları Tamer yazdı”
“Albüm” ekibi: Kendimize bakmalıyız!
Gösterim sonrası seyircilerin sorularını cevaplandıran, Ulusal Yarışma filmlerinden “Albüm” ekibi, ortak bir dileklerini de seslendirdi: Kendimize bakmalıyız!
Gösterimin ardından AKM Aspendos salonunda, sinema yazarı Olkan Özyurt’un moderatörlüğündeki söyleşiye film ekibinden yönetmen Mehmet Can Mertoğlu, oyuncular Şebnek Bozoklu, Murat Kılıç, Muttalip Müjdeci, Binnaz Ekren, kurgu yönetmeni Ayhan Ergürsel ve kostüm tasarımcısı Seda Yılmaz katıldı. Bir ailenin, evlat edinme sürecinde sosyal çevreyle yaşadıkları sıkıntıları kara mizah üslubuyla anlatan film, dünya prömiyerini yaptığı Cannes Film Festivali – Eleştirmenler Haftası bölümünde Yılın En Yenilikçi Yönetmeni ödülü kazanmıştı. Yönetmen Mehmet Can Mertoğlu, “Film çekerken böyle bir başarıyı düşünmüyorsunuz, düzgün bir film yapmaya çalışıyorsunuz. Filmin farklı coğrafyalara ulaşmış olmasından çok memnunum. 18 ülkede gösterildi. Buradaki gösterim çok kıymetli. Çünkü filmin yarısı Antalya’da geçiyor. Çok heyecanlıyım” diye konuştu.
Genç yönetmen, filmin ortaya çıkışını şu sözlerle anlattı: “Ben tarihe çok meraklıyımdır; suni tarih çok etkilemiştir beni. Bunu da bir aile üzerinden yapmanın en doğru olduğunu düşündüm. İzlediğimiz; insanlara ön yargıları olan ve sırf esmer olduğu için şartlanabilen bir aile. Niyetim insanlara parmak sallamak değildi. Bu insanlar, içinden geldiğim bir çevre. Bu tip insanlarla yaşıyorum ben”
“Bu senaryoda benim için buluş vardı” diyen oyuncu Murat Kılıç ise sözlerini şöyle sürdürdü: “Derdiniz olabilir ama buluşla ortaya koymak çok başka bir şey. Ben de bu toplumda yaşıyorum ve buna benzer şeyler görüyorum” Kılıç’ın “Kendimize bakmamız gerektiğini düşünüyorum” sözleri ise salonda büyük alkış aldı.
Oyuncu Müfit Kayacan’ın sözleri de Murat Kılıç’ı destekler nitelikteydi: “Bizim, gerçeği yansıtanlarla değil oradaki gerçeklerle sorunumuz var. Komplekslerimizden arınalım, kendimizle yüzleşelim.” dedi.
Oyunculardan Şebnem Bozoklu, genç bir yönetmenle ilk filminde çalışmak üzerine sorulan soruya şöyle cevap verdi: “Mehmet Can’ı tanımıyordum. Okuduğum şeyden çok etkilendim, taze buldum. Kendi atmosferi olduğunu düşündüm. Bugüne kadar izlediklerimin uzağındaydı. Mehmet’le çalışmak, deneyimlediğim bir metot içermiyordu. Aylarca prova yaptık. Alışık olduğumuz bir şey değil. Bütün sahneleri belki de 100 defa tekrarladık. Sette her şeyi tam olarak biliyorduk. 35 mm ile de ilk defa çalıştık. Filmdeki aile ve toplum eleştirisini de çok doğru buluyorum” dedi.
Kimi sahnelerde görüntü sabitken diyalogların devam etmesi gibi farklı denemelerde bulunmasının sorulması üzerine ise Mertoğlu, edebiyattaki bilinç akışı tekniğinden beslendiğini söylerken Yeşilçam’ın usta yönetmenlerinden Yılmaz Atadeniz de söz alarak “İlk filminiz ama bence ilk golü de attınız. Dış konuşmaların ne kadar önemli olduğunu, tonlamaların mükemmel olduğunu gösterdiniz. İnanılmaz bir sinema diliniz var; insanı neredeyse ürkütüyor” sözleriyle beğenisini dile getirdi.
Ulusal Yarışma filmlerinden Siyah Karga’nın yönetmeni M. Tayfur Aydın:
“Herkes vatanına dönmek ister”
Gösterim ardından “Siyah Karga” filminin ekibi seyircilerin sorularını cevapladı.
AKM Aspendos Salonu’ndaki gösterimin ardından gerçekleşen söyleşiye; filmin yönetmeni M. Tayfur Aydın, oyuncular Şebnem Hassanisoughi, Aziz Çapkurt, Murat Toprak, Sedat Culum ve Aydın Orak ile müzisyen ve kurgucu Selim Demirdelen katıldı. Film; 21 yaşındayken oyuncu olabilmek için doğup büyüdüğü İran’dan ayrılan ve 9 yıldır Fransa’da yaşayan Sara’nın, ölüm döşeğindeki babasını ziyaret edebilmek için her türlü zorluğu göze alıp İran’a doğru kaçak olarak yola çıkmasını anlatıyor. Filmin oyuncularından Aziz Çapkurt , 2014’te “Annemin Şarkısı” filmindeki performansıyla En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu Altın Portakal ödülünün sahibi olmuştu.
Senaryoyu 2012 yılında yazdığını ve yolculukları esnasında şekillendiğini belirten yönetmen M. Tayfur Aydın, önceki filmi “İz”de olduğu gibi burada da bir vatana dönüş hikayesi olduğunu dile getirdi. Aydın, şöyle konuştu:“Film, bir sürüyü anlatıyor. Sürüden bir karganın, rutini kırıp yeni, zahmetli bir yola girmesini, kendi kabuğunu kırmasını anlatıyor. Asıl hikaye; ne kadar başarılı olursa olsun, her şeye rağmen kendi ülkesine, köyüne, vatanına geri dönmek istemesi. Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi ulustan olursa olsun, doğduğu yere gitme arzusu duyar insan”
Zorlu tabiat ve hava şartlarında yapılan çekimlerse oyunculara soruldu. Şebnem Hassanisoughi, “Fiziksel olarak çok zordu. Belgesel izler gibi izledim. Ve seyirci olarak baktığımda oyuncunun zorlandığını gördüm. Katırlarla oyunuyoruz filmde, onların da garip bir yoldaşlığı var, onu fark etim” derken Aydın Orak da “Ben hiç dağlık alanda yaşamadım. İlk defa böyle dağlık bir yere çıktım. Ve ilk defa katırlarla oynadım. Zordu ama umarım iyi bir sonuç alınmıştır” diye konuştu.
Söyleşiyi izleyen yönetmen Yüksel Aksu da filmin hakkındaki görüşlerini şöyle dile getirdi: “İlk filmini izlediğimde İstanbul Film Festivali’nde jürideydim. O filmle bu film arasında üslup benzerliği ve tematik tutarlılık gördüm ve sevindim. İnanılmaz bir görsellik var. Son yıllarda izlediğim en iyi film” dedi.
YÜKSEL AKSU’DAN TARTIŞMA YARATACAK SÖZLER:
‘SEYİRCİ DOSTU OLMAYAN BİR SİNEMA DÜNYASI İNŞA EDİLDİ’
‘ÇOK GİŞE YAPAN FİLMLERİ TACA ÇIKARTMAYALIM’
Dondurmam Gaymak, Entelköy Efeköy’e Karşı, İftarlık Gazoz gibi sevilen filmlerin yönetmeni Yüksel Aksu, önceki gün 53. Uluslararası Antalya Film Festivali kapsamında Festival Merkezi’nde bulunan Hadrian salonunda ‘Sinema Sinemadır, Sadece Arthouse Değildir’ başlıklı bir söyleşi gerçekleştirdi. Osman Sınav, Şerif Gören, Mehmet Aslantuğ, Sabahattin Çetin gibi usta yönetmenlerin izlediği söyleşide Aksu, tartışma yaratacak fikirlerini sinemaseverlerle paylaştı.
Sözlerine ‘Sinema sinemadır. Sadece Arthouse Değildir’ diyerek başlayan Aksu ‘Hiç kimsenin gitmediği sinema filmi eşittir yüksek sanat, kalabalıkların gittiği ise arkaik diye bir denklemden söz edemeyiz. Bir sektör çalışanı olarak alarm veriyorum. Sinema sanatı sadece festival filmleri olarak anılan kategoriye ya da bağlama sığmayacak kadar geniştir’ diyerek yeni bir tartışmanın fitilini ateşledi
BAZI FİLMLER SADECE 200- 300 SEYİRCİYE DÜŞTÜ!
Yüksel Aksu ‘Seyirci ile ilişki kurmuş kalabalıklara ulaşmış filmler, sanki sinema değil de kendi içine kapanmış ve yüksek sanatın temsilcisi olarak algılanıyor. Son yıllarda birbirinden çakma Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz taklitleriyle karşılaşıyoruz. Bu arkadaşlarımın özgünlüğüne de zarar veren bir durum. Bazı filmler 200-300 seyirciye düşmeye başladı. Sizi eşinizin dostunuzun, meslektaşlarınız ya da sinefillerin de izlemediği anlamına gelir bu. Halbuki eskiden böyle değilmiş. Mesela Türkiye’nin ilk büyük ödüllü sinema filmi Susuz Yaz, Berlin’de Altın Ayı da alır, aynı zamanda Türkiye’de 7 ay kapalı gişe seyirciye oynar. 1982’de Yol filmi Altın Palmiye’yi de alır, haftalarca Fransa’da kapalı gişe de oynar. Yetmiyormuş gibi 17 yıl arad an sonra Türkiye’de vizyona girdikten sonra kendi döneminin rekorunu kırar’ dedi.
‘GELİN İKİ SİNEMAYI BARIŞTIRALIM VE KAYNAŞALIM’
Bir çıkış yolu bulmanın mecbur olduğunu anlatan Aksu ‘Seyirci gidiyor diye tu- kaka yaparsak, gitmiyor diye ‘iyi film’ dersek yanılırız. Gişe gördüyse festivaller almamayı tercih ediyor. Bir koleksiyon alanı mı festivaller? Mesela AROG… Hadi dediler ki iyi film değil, ama ciddi bir sanat yönetmenliği, ciddi bir atmosfer yönetimi var Fakat, Türkiye şartlarında bu kadar dekor, kostüm ve atmosfer yaratan sanat yönetmenleri, filmler festivallere gidemediği için ödül alamıyor, onun yerine arkaya bir kilim atan bir kız evladı en iyi sanat yönetmeni ödülü alıyor. Bazen sadece her çerçevede, her mizansende, her duyguda donuk donuk ifadesizce bakıp duran oyuncular en iyi oyuncu ödüllerini alabiliyor. Bakıyor da bakıyor. Kudret Sabancı dizisi gibi’ yorumunu yaptı.
‘AMAN ABİ FESTİVALDE ÖDÜL ALMIŞ’ DİYE FİLMDEN KAÇIYORLAR!
Festivallerde sadece arthouse filmlerin yer almasının insanları uzaklaştırdığını iddia eden Aksu ‘Aman abi festivallerde ödül almış’ diye kaçan çok adam gördüm. Hem de öyle sıradan sinema seyircisi değil. Bayağı bayağı sinema akademisyeni, yazar çizer insanlar. Bu insanlar aynı zamanda saçma sapan gişe filmlerinden de hazzetmiyorlar. Festival filmi diye adlandırılan içine kapalı tıkız filmlerle; geveze, sürekli konuşan filmler arasında tercih yapmak zorunda değiliz. Filmden çıkınca, bir duygu, bir yaşam, bir fikir tecrübesiyle çıkabilmeli seyirci. Bulmaca çözmemeli. Yönetmen ve senaristlerin, psikologların bile çözemeyeceği iç dünyalarına kafa yormamalı. Metnin kendisine, filmin kendisine kafa yormalı’ açıklamasında bulundu.
Sinema sektöründeki bu sorunun çözülmesinin yöntemlerini sıralayan Aksu ‘Birincisi: Sinema salonlarına girdi diye bir filmi taca çıkartmamalı. İkincisi: Çok gişe yaptı diye taca çıkartmamalı. Belki türlerine ve bağlamlarına göre kategorilere ayrılmalı’ dedi.
BEDAVA VERSEN ANASI BABASI İZLEMEYECEK
İlk filminde karşılaştığı zorlukları dinleyicilerle paylaşan Yüksel Aksu, ‘Festival manevi motivasyondur. Kanaat önderlerinden ilgi görmek önemli. Seyirciyi baz almaktan ziyade kamusal insanı önemsiyorum. Dondurmam Gaymak’ta da filmimi gösterecek salon bulamadım. Salon tekeli var diyorlar… Günaydın! Sinemacılar da ‘Elektrik yakıyorum, kalorifer yakıyorum gelen yok giden yok’ diyorlar. Ne yiyeceğiz, taş mı yiyeceğiz diyorlar..’ Biraz seyirci dostu filmler yapalım. Bedava versen anası babası izlemeyecek… Çocuğum sen buna mı estetik diyorsun diyecek.. Anasının babasının izlemediğini adamlar mı izlesin 40 TL’ye’ şeklinde konuştu.
O sırada söz alan usta yönetmen Şerif Gören ‘Amerikalı’yı seyirciyle buluşturmak, sinemaya alıştırmak için çektim. Seyirci de yavaş yavaş barıştı. Bazen şunu unutuyoruz, dünya Türkiye siyasetinin yazar, yönetmen seyircinin üstünde çok etkileri oldu. Sansür- oto sansür insanları farklı şeylere yönlendirmeye başladı. Ekonomik yönü iyi olan yönetmenlerin tercih ettiği sinemadır sanat. O siyasi dönemin, insanların gruplara ayırdığını bilmek lazım. Sinemada küçük paralarla yapılan filmlerin de insanları bu yöne götürdüğün söylemek mümkün’ yorumunu yaptı.
ŞERİF GÖREN: TÜRK SİNEMASI BENİ DOYURMUYOR BUGÜNLERDE
Aksu’nun Gören’e Türk sinemasının şu anki durumunu sorması üzerine yönetmen ‘Doymuyorum bugünlerde. Tadı bir yere kadar geliyor ama damağımda o hoşluğu yaratamıyor. Köşe dönmecilik, çıkarcılık apolitizasyon bizi nasıl etkiledi… Gençlerimizin apolitize olması Türkiye’de yeni bir akım yarattı’ dedi.
Osman Sınav da yaşanan durumun dramatik olduğunu belirterek ‘Arthouse benim için yeni yaratıcılar çıkması demektir. Sinemayı besleyen budur. Kültür Bakanlığı desteklerinin sadece bu alanda faydası olduğunu düşünüyorum. Bu forumun başlığı çok hoşuma gitti. Dramatik bir durum. 53.sünü yaşadığımız Antalya Film Festivali, Türk sinemasının panoramasıydı. Benim için Antalya, Türk sinemasının pazara çıktığı bir yerdir’ şeklinde konuşurken Yüksel Aksu’nun ‘Tüketici olarak çeşitlilik görmek istiyorum. Üretici olarak çeşitli olmaya çalışacağım’ sözleriyle final yapıldı.
İlk filmler, Antalya’dan geçti
“Çarşamba”, “Defne’nin Bir Mevsimi” ve “Küçük Notlar” filmlerinin ekipleri, gösterimden sonra seyircilerin sorularını cevapladı. Rengahenk bölümünde yer alan “Müthiş Bir Film” ekibi de bugün seyircilerle buluşanlar arasındaydı.
Emir Hüseyin Şaam Bayatî: Festivalin, Kiyarüstemi anısına yaptıklarına memnunuz
İlk Filmler bölümünde gösterilen, Suruş Muhammedzade’nin yönettiği “Çarşamba” (Chaharshanbeh) filminin oyuncuları Emir Hüseyin Şaam Bayatî ve Nesim Adabî, gösterim sonrası Migros AVM Salon 8’de seyircilerle bir araya geldi.
İki yıl önceki nişanında, bir kavga esnasında babasını kaybeden 19 yaşındaki Akram’ın, evlilik dışı hamileliğini erkek kardeşlerinden saklamaya çalışırken ailece intikam veya yeni bir hayat arasında karar verme süreçlerini anlatan film için oyuncuları, en büyük zorluğun bütçe konusunda olduğunu söyledi. “Bütçe kısıtlı olduğu için çok zorlu yollardan geçtik” diyen Nesim Adabî, Antalya’da olmaktan duyduğu mutluluğu dile getirirken Emir Hüseyin Şaam Bayatî, şöyle konuştu; “Antalya deyince aklıma sadece tatil geliyor aslında ama şimdi, Uluslararası Antalya Film Festivali’nin, Abbas Kiyarüstemi anısına yaptıklarından büyük memnuniyet duyuyoruz. Çok önemli bir sinemacıydı, bir filozoftu kendisi” dedi.
Seyirciler arasında yer alan usta oyuncu Gülsen Tuncer de film hakkındaki yorumlarını, “Katiyen ilk film performansı değildi. İlk film olduğuna inanamadım. Zaten İran sineması küçük insanların büyük trajedilerini anlatmakta çok iyi. Bu da bunun bir örneği” sözleriyle dile getirdi.
Mehmet Öztürk: Hande Subaşı ve Gökhan Alkan’ı güzellikleri için seçtim
1980’lerin siyasî fonunda, Antakya’da geçen bir aşk hikayesi olan “Defne’nin Bir Mevsimi” filminin yönetmeni Mehmet Öztürk ile oyuncular Hande Subaşı, Gökhan Alkan ve Arin Sibel Arslan, gösterim sonrası AKM Perge Salonu’nda Muammer Brav’ın moderatörlüğünde seyircilerin sorularını cevapladı.
Yönetmen Mehmet Öztürk, filmin ortaya çıkış hikayesini şöyle anlattı; “Dünyanın kötü gidişatından sorumluluk duyan, aynı zamanda politik dünya görüşü içeren bir histen yola çıktığımı söyleyebilirim. Bir yandan aşk diğer yandan politik duygular sunmak… Çekincem şuydu; birbirinden çok farklı bu iki şeyi dozunda harmanlayabilmek” dedi.
Dönem filmi yaptıkları için prodüksiyon ve çekimlerde de zorlandıklarını belirten Öztürk, “Küçük bir bütçeyle çektik. Kültür Bakanlığı ile Hatay halkının desteği olmasaydı bu film bitmezdi. Kadrajı daraltmak zorunda kaldık. Şehir merkezinden pek çok şey kullanılmadı. Kostümden tutun mekanlara kadar, atmak zorunda kaldık. Ama dönem filmi yaptığıma pişman olmadım” şeklinde konuştu.
Başroller için Hande Subaşı ve Gökhan Alkan’ı seçme sebebini ‘güzelliği vurgulamak’ diye açıklayan yönetmen, şunları söyledi; “Hande, dünyada seçebileceğim en güzel yüzlerden biri. O yüzden onu tercih ettim. Güzellik yüceltmesi yapmak istedim. Gökhan’ı da kadın güzelliğinin yanında erkek güzelliğini de vurgulamak istediğim için seçtim. Türk sinemasını son zamanlarda çok karamsar gördüğüm için umutlu biten bir film yapmak istedim. Bunu da genç ve güzel oyuncuların yüzleriyle yapmanın doğru olduğunu düşündüm” dedi.
Hande Subaşı da filme dahil olma sürecini şöyle anlattı; “Senaryo çok hoşuma gitti. Gerçekten her sahneye bir müzik düşünülmüş ve Mehmet Bey bir şeyler yaratmış; bu da benim hoşuma gitti. Dönem filmi oluşu ve Antakya’da geçmesi de benim için çok cazipti doğrusu. İyi ki gitmişim. Geçen sene Antakya’ya gittiğimde oranın çok medeni olmasını, insanlarını çok sevmiştim” derken Gökhan Alkan ise kendisini en çok etkileyen şeyin, “Filmin bir öğretisinin olması” olduğunu söylerken canlandırdığı Ferhat karakteri için şöyle konuştu; “Ferhat, benden bir parça taşıyor. Benim içimdeki, gerideki Gökhan’a çok benziyor. Bunu bir şekilde gösterebildiysem ne mutlu” dedi.
Katie Mustard: Ray Liotta bizim şansımızdı
“Kahredici sona yaklaşan bir ailenin hikayesi” diye özetlenebilecek “Küçük Notlar” (Sticky Notes) film ekibi adına filmin yapımcısı Katie Mustard, festivale gelerek gösterim sonrası söyleşiye katıldı. Bağımsız bir yapım olmasına karşın Hollywood’un en sağlam isimlerinden Ray Liotta ve Games of Thrones dizisinin sevilen yüzlerinden Rose Leslia’yı oyuncu kadrosuna katan film hakkında ilk soru da buradan geldi. Mustard, “Bu bütçeyle kaliteli şeyler almak çok zordu ama bizim cast’ımız çok iyi ve güçlüydü. Ray filmimizde oynamayı kabul etti. Bizim için bu filmde oynaması çok değerliydi, şansımızdı. Filmin cast’ını bir buçuk ayda topladık. Ray bizi kabul edince geri kalan kısımlarda çok çabuk ilerleyebildik. Filmi 22 günde çektik. Küçük bir bütçeyle normalde bir film en az 25 günde çekilir ama biz 22 günde tamamladık” diye konuştu. Mustard, filmin geniş kitlelere ulaşabilmesi adına internette yayılmasını daha iyi bulduğunu da sözlerine ekledi.
Gürgen Öz: Küfürsüz komedi de güldürebiliyor
Festivalde bu yıldan itibaren Rengahenk başlığı altında sinemaseverlere sunulacak olan ulusal yarışma dışı gösterimlerden “Müthiş Bir Film” ekibi de gösterim sonrası, FIPRESCI Başkanı, sinema yazarı Alin Taşçıyan’ın moderatörlüğünde seyircilerin sorularını cevapladı. Söyleşide yönetmen Emir Khalilzadeh ile oyuncular Gürgen Öz ve Murat Eken hazır bulundu.
Söyleşide öncelikle yönetmen Emir Khalilzadeh, bir Yeşilçam filmi çekme hayali kuran iki çocukluk arkadaşının öyküsünü anlatan filmin; “4 sene önce Antalya’da bir oteldeydim. 50’li 60’lı yıllara ait üç Türk filmi izledim arka arkaya ve filmlerin hepsinde bütün yan karakterlerin aynı olduğunu fark ettim. Yani bütün filmlerde bahçıvan aynı bahçıvan, aşçı aynı aşçıydı. Çok trajikomik bir durumdu. Onun üzerine bir hikaye yapmak istedim” diyerek esin kaynağını açıkladı.
Yaklaşık 10 yıldır sektörde olduğunu belirten ve asıl amacının, 16 yaşındayken İzmir’de izlediği “Dalgaları Aşmak” gibi, ticari olmayan filmler yapmak olduğunu söyleyen yönetmen, eldeki imkanlarla ve mizah duygusunu kaybetmeden film yapmaya çalıştığını dile getirdi. Khalilzadeh, “Benim için en önemli olan; bir şey anlatıyorsam orada hep bir iyilik olması gerekir. Benim derdim odur” diye konuştu.
Seyircilerden filmin mizahına yönelik pek çok soru ve tebrik gelirken başrol oyuncularından Gürgen Öz’ün buna dair yorumu şu şekildeydi: “Türkiye’de küfürsüz durum komedisi de güldürülebiliyor demek ki. Ama çok fazla üretebilen yok. Bunu üretebilenlerin ise önü kesiliyor. Birçok yapımcı ‘bu tutmaz’ diyor. Ya da buradaki güzelliği göremiyor. Ciddi bir kültür erozyonu yaşıyoruz”
Khalilzadeh “Bu duygu seyircide de yaratıldığı için son on küsür yıldaki değişimlerden kaynaklanan bir durumun çok etkisi var. AVM’lerin açılması ile sinemalar, günlük eğlence kültürü haline geldi. 12 liralık menüsünü yiyip ardından iki dükkan dolaşıp onun ardından da bir filme girip günü bitiriyor insanlar artık. Böyle olunca da salon sahibi ve dağıtıcılar; kaliteli, düzgün filmleri, insanlar izlemiyor, diyor” şeklinde açıkladı görüşlerini.
Komedi türünde ve sinema yapma fikri üzerine bir filmde yaşanabilecek bir engele ise başrol oyuncularından Murat Eken şu sözlerle dikkat çekti: “En büyük sıkıntılardan biri, lokal şaka dediğimiz, sektöre hitap edecek fakat seyirciye yakalayamayacak, türlü tuzaklar. Bu, seyirci ile buluşana kadar hep soru işaretiydi fakat gala gecesi gördük ki sektörle hiç alakası olmayan arkadaşlar, hiç tanımadığımız insanlar bile filmi anlayarak, karakterlerle o yolculuğu yaşıyor” dedi.
“İnşaat, işçileri kurban haline getiren bir sistem”
Ulusal bölümde Altın Portakal için yarışan “Babamın Kanatları” filminin ekibi, gösterim sonrası seyircilerle bir araya geldi. Objektifini, inşaat sektöründeki sorunlara yönelten filmin yönetmeni Kıvanç Sezer, “İnşaat, işçileri kurban haline getiren bir sistem” diye konuştu.
Gösterimin ardından AKM Aspendos Salonu’nda gerçekleştirilen söyleşiye; yönetmen Kıvanç Sezer, uygulayıcı yapımcı Aycan Aluçlu, yapımcı Soner Alper ve oyuncular Kübra Kip ile usta oyuncu Menderes Samancılar katıldı.
Memleketteki ailesine para gönderebilmek için İstanbul’da bir inşaatta çalışan işçiyle para kazanma hırsına kapılmış genç bir inşaat işçisinin hikayesi üzerine kurulu film için bir gazete haberinden ilham aldığını söyleyen yönetmen Kıvanç Sezer, şöyle konuştu: “İnşaat işçisi bir öğrencinin ölümü üzerine bir haber okudum. Bunun üzerine ne yapılabileceğini düşündüm. İşçileri çalışırken, emekleri görünürken anlatabilecek bir hikaye oluşturmaya çalıştım. İnşaat, çok sert ve acımasız işleyen, işçileri kurban haline getiren bir sistem”
Usta oyuncu Menderes Samancılar da hem inşaat hem de 1970’lerden beri bir parçası olduğu sinema sektöründeki sorunlara değindi: “Gerçekten aşamadığımız ve aşamayacak gibi göründüğümüz bir zorluk bu. İnşaatlara giderseniz bu zulüm ve emek sömürüsünün devam ettiğini görebilirsiniz. Ve nasıl bugün inşaat sektöründe bu sorun çözülmediyse bizim sektörde de çözülmedi ve çözülmesi de zor görünüyor. Yıllarca dernek ve sendikalarla yol almaya çalıştık. Ancak bizim sektörde de filmdeki Yusuf gibi olanlar var. Tek isteğimiz; emeğimizin hakkını almak. Bunu istemek suçsa zaten hepimiz suçluyuz” dedi.
Filmi çekmeden önce vicdan ve adalet nöbeti tutan ailelerle görüşülüp görüşülmediğinin sorulması üzerine yönetmen, şu cevabı verdi; “Bir Umut Derneği ile görüştüm. Yakınlarını kaybeden ailelerle birebir görüşmeyi düşündüm ama vazgeçtim. İnsanların duygularını sömüren bir yönetmen durumuna düşmek istemedim”
“Genç Pehlivanlar” Er Meydanına Çıktı
Ulusal Yarışma filmlerinden “Genç Pehlivanlar” belgeselinin ekibi, yönetmen ve kamera arkası çalışanlarının yanı sıra belgesele konu olan genç pehlivanlarıyla gösterim sonrası seyirci karşısındaydı. Başarıları ve belgeseldeki doğallıklarıyla göz dolduran güreşçilerin talebi; Türkiye’de futbol kadar güreşe de değer verilmesiydi.
Yarışmadaki iki belgeselden biri olan “Genç Pehlivanlar” ekibinden yönetmen Mete Gümürhan, görüntü yönetmeni Andre Jager ve ses tasarımcısı Vincent Rozenberg’in yanı sıra belgesele konu olan genç güreşçiler Muhammed Ceylan, Harun Kılıç ve Baran Kendirlioğlu ile güreş hocaları İbrahim Keleş’de AKM Aspendos Salonu’daki söyleşiye katıldı.
Sinema yazarı Olkan Özyurt’un moderatörlüğündeki söyleşide yönetmen Mete Gümürhan, Amasya’daki İbrahim Sezgin Güreş Eğitim Merkezi’nde yatılı kalan genç güreşçileri konu edinen belgesel fikrinin ortaya çıkışını şöyle anlattı: “Doğma büyüme Hollandalıyım ama ailem Selanik göçmeni. Aslında film, iki kardeşin hikayesiydi ve Samsun’da çekilecekti. Son dakika o hikayedeki baba ‘hayır’ dedi. Biz de kampla irtibata geçtik ve Amasya’ya gittik. Kültür Bakanlığı’na başvurduğumuzda Ocak ayıydı. Haziran’da destek çıktı. Toplam 2,5 hafta çekim, bir sene de kurgu sürdü. Yapımcım, görüntü yönetmenim de Türkçe bilmiyor. Bir iki gün çocuklara ‘kameraya bakma’ dedikten sonra üçüncü gün her şey yoluna girdi” dedi.
Turnuvalara hazırlanmak için küçük yaşta evlerinden ayrılıp kampta kalmaya başlayan çocukların psikolojisi ve disiplini arasındaki dengenin nasıl tutturulduğu sorusuna, güreşhocası İbrahim Keleş cevap verdi: “Çocuklar 12 yaşlarında olduğu için aile özlemiyle ilk bir ay zor geçiyor. Sohbet, arkadaşlık ve sevgiyle atlatıyoruz o süreyi. Baba gibi başlarında duruyorum. Bazen izin versen de gitmiyorlar. Harun, şimdi bıraksan gitmez. Önceden kaç kez zor yakaladık”
Keleş, güreşle ilgilenenler olarak karşılaştıkları sorunları ise şöyle açıkladı: “Güreşte altyapı sağlam ama reklamımız yok. 30’a yakın okulumuz var. Amasyaspor’un maçını, oyuncusunu herkes bilir. Ama stadın yanında güreş okulumuz var, geçen seyirciye sorun, o çocukları hiç tanımazlar. İlgi yok, tek sıkıntımız bu. Halkımız artık güreşi unuttu. Çocuklar görmedikleri şeye özenmiyor. Çocuk hiç güreş görmemiş; ona, şampiyon olabileceğini anlatıyoruz. Belki bu film vesile olur” diyerek sözlerine
Seyirciler içinden bulunan sporla profesyonel olarak uğraşan kişilerden gelen sorular da söyleşiye renk kattı. Milli tekvandocu olduğunu söyleyen bir seyirci, filmdeki ‘tartı korkusu’nu kendisinin de yaşadığından bahsederek şu değerlendirmeyi yaptı: “Kamplarda büyüdüm. Kendimi bağdaştırdım anlattğınız hikayeyle. İki senedir tartılmadım. Tartı fobim var, beni çok geriyor. Bir sporcu için aile baskısı, spor baskısı çok etki ediyor ama tartı üzerinde insanın kendine rakip olması durumunu görünce geçmişi hatırladım. Ben ödül aldığımda çok ufak bir haber çıktı ama 3 sayfa futbol vardı. Üst düzey turnuvalara katılıyoruz ama hiç haber olmuyor. Bu yüzden filminizi çok değerli buldum ve teşekkür ediyorum” dedi.
“Afganistan’da 23 gün bombalar altında çekim yaptık”
Festivalde hem ulusal hem de uluslararası yarışma bölümlerinde yer alan “Toz” filminin ekibi, gösterim sonrası katıldığı söyleşide Afganistan’da 23 gün boyunca her gün patlayan bombalar altında çekim yaptıklarını söyledi.
Bu yılki festivalde hem ulusal hem de uluslararası bölümde Altın Portakal için yarışan iki filmden biri olan “Toz” ekibi filmin gösterimi sonrası, AKM Aspendos salonunda seyircilerin sorularını cevapladı.
Festivalin Uluslararası Program Direktörü Nesim Bencoya’nın moderatörlüğündeki söyleşiye; filmin yönetmeni Gözde Kural, görüntü yönetmeni Ferhat Uzundağ ve yapımcı Taha Altaylı ile oyuncular Öykü Karayel, Beran Soysal ve Muhammed Cangören katıldı.
Lise çağlarından beri Afganistan’a özel bir ilgisinin olduğunu söyleyen yönetmen Gözde Kural, 23 yaşında da Afganistan’a gittiğini ve filmin hikayesini, burada gördüklerinden yola çıkarak oluşturduğunu anlattı. “Altı yıldır bu filmi çekmeye uğraşıyorum” diyen Kural, “Rahat çekmişiz gibi duruyor ama hiç öyle değildi. Öykü hep söyler; onun yalnız dolaştığı yerler var filmde, oralarda epey tedirgin olduk. Döndüğümde dedim ki Afganistan benim için bitti. Ancak 2,5 ay sonra arkadaşlarıma ‘ben geliyorum’ dedim.”
Afganistan’dan Türkiye’ye sinema eğitimi için geldiğini belirten bir seyircinin, “Çekimleri neden Kabil’de yaptınız?” sorusuna karşılık Kural, şu cevabı verdi: “Biz gittiğimizde kuzeyde savaş başladı. Taliban ilerliyordu, o yüzden başka yere gidemedik. Türk ekiplere bile ulaşamadık. Oraya gelmişken Kabil’de çektik. Bütün yabancılar orada, aslında çok güvenli değildi. Kabil’de sıkıştık gibi bir şey oldu. Birkaç yerden istihbaratla paralel çalışıyorduk; birinin yerimizi haber vermesi, ölüm tehlikesi demekti. Savaş stratejisi gibi ilerledik” dedi.
Çekimler esnasında Afganistan’ın şartlarından dolayı yaşanan zorlukları, oyuncu Öykü Karayel ise şöyle dile getirdi: “Zor koşullarda çektik ama zamanla alıştık o koşullara da.
23 gün orada kaldık. Filmi izlerken her defasında şaşırıyorum; nasıl çekebilmişiz, diye. İzlerken bile geriliyorum o mekanlarda. Orada yaşadıklarımızı cümlelerle anlatmak pek mümkün değil. Benim için büyük deneyimdi. Hem insan hem de oyuncu olarak. İç mekan çekimlerinde çok fazla tehdit hissetmiyorduk da daha çok kalabalık ve çarşı gibi yerlerde tedirgin oluyorduk. Savaşın mecbur ettiği bir takım şeylerden de tedirgin olduk. Burkalı insanlardan korkmaya başlamıştık; onların içinde bombalar taşınmış. Askerler korudu bizi”
“Bombalara o kadar alıştık ki depremi bile bomba sandık” diyen, filmin diğer oyuncusu Beran Soysal da çekim sürecini ve hislerini şöyle anlattı: “Her gün bombalar patlıyor, camlarınız titriyor, kaskatı kesiliyorsunuz. Dünyada çok yoğun savaşın döndüğü bir yer, Afganistan. Bombalardan kaçamadığınız gibi bu gerçekten de kaçamıyorsunuz. Bir gün bir sahne çekiyoruz; sahnenin ortasında camlar titremeye ve yer sallanmaya başladı. Bomba sandık, meğer depremmiş. Ve bu bizi şaşırttı. Bomba gerçeğini o kadar kanıksanmışız ki”
Filmi, “Bir insanlık hikayesi; daha da temelinde insanlığımızı unuttuğumuzda karşımıza çıkanların hikayesi” diye niteleyen yapımcı Taha Altaylı, “Hayatta pek tesadüf yok, gerçekler var. Gözde 23, ben 18 yaşında Afganistan’a gitmişiz. Yıllar sonra bir araya geldik ve bu filmi yaptık. İnşallah film burada kalmaz, yoluna devam eder” diye konuştu.
“Film için uçak imal ettirdik”
53. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali Uluslararası Yarışma filmlerinden “Baba ve Oğul”un yapımcısı Aneta Cebula- Hickinbotham, Polonyalı sanatçı Beksinski ve ailesi hakkındaki film için özel olarak uçak yaptırdıklarını söyledi.
Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 53. Uluslararası Antalya Film Festivali’nde bugün, Uluslararası Yarışma filmlerinden “Baba ve Oğul” (Ostatnia Rodzina) seyirci karşısındaydı. Filmin yapımcısı Aneta Cebula-Hickinbotham, gösterimden sonra AKM Aspendos Salonu’nda, festivalin Uluslararası Program Direktörü Nesim Bencoya’nın moderatörlüğünde seyircilerle söyleşiye katıldı.
Polonyalı sevgi dolu ve takıntılı ressam Zdislav Beksinski ile radyo programcısı ve intihara meyyal oğlu Tomasz arasındaki ilişkiyi anlatan “Baba ve Oğul”, bir aile hikayesi olmanın yanı sıra 1975 ve 2005 yılları arasını kapsayan bir dönem filmi. Ödüllü belgesel yönetmeni Jan P. Matusznski’nin, dünya prömiyerini Locarno Film Festivali’nde yapan ilk uzun metrajını, yapımcısı “Çok zor bir hikaye ve çok güçlü, sert duygular hissettiren bir film” olarak tanımladı. Film ekibinin, Polonyalı usta yönetmen Andrzej Wajda’nın cenazesi dolayısıyla Antalya’ya gelemediğini belirten Cebula-Hickinbotham, ailenin annesi Zofia Beksinska’yı canlandıran Aleksandra Konieczna’nın ise bir sonraki gösterime katılacağını duyurdu.
Beksinksi’nin, Polonya dışında pek tanınmayan ama önemli bir ressam olduğunu söyleyen Cebula-Hickinbotham, şöyle konuştu: “Beksinski, meşhur; oğlu ondan da meşhur. Çok zor bir aile. Beksinski çok çalışkan bir insan. Oğluna büyük imkanlar sağlıyor. Kazandığı parayla oğluna malzeme sağlamış olması önemli. Bu film, acı üzerine bir film. Bazıları nevrotik ifadesini kullanıyor ama nevrotiklikten bahsetmiyoruz; aile içi, acılı bir ilişki durumu”
Filmin çekim sürecinin sorulması üzerine ise Cebula-Hickinbotham, şu bilgileri verdi: “Zordu ama şansımız, benim deneyimli bir yapımcı oluşumdu. Bu sayede süreci hızlandırabildik. Beksinski, 27 yıl süresince; her gün; fotoğraf çekmekten başlıyor, video çekiyor, 16 mm film makinesi alıyor, dijital makine alıyor ve böyle devam ediyor. Aslında arşivinde o dönem; dekorasyondan tutun modaya kadar, Polonya’da ne olmuşsa hepsini görüyoruz. Oğlunun ve Beksinski’nin evini yeniden kurmak zorundaydık. Bu evler duruyor ama o yıllardaki gibi görünmüyor. Beksinski’nin bize bıraktığı malzemelerle iki evi oluşturmaya çalıştık. Oğlunun evi ile kendi evi arasındaki yolu biz yaptık. Filmdeki uçağı da biz yaptırdık. Çünkü o uçaklardan kalmadı. Toplam bütçemiz 1.4 milyon Euro’yu buldu”
Deliormanlı
Bu yıl Yaşam Boyu Başarı Ödülü alan Emel Sayın’ın Mavi Boncuk filmiyle açılışı yapılan bu özel etkinlikte film ekibinin katılımıya Deliormanlı’nın gösterimi yapıldı.
Konyaaltı Açıkhava’yı hınca hınç dolduran izleyiciler, oyuncular Sarp Leventoğlu, Derya Şensoy ve senaristi Ali Tanrıverdi’nin (Senarist) katıldığı gösterimde keyifli dakikalar yaşadılar.
Sahnede konuşan Sarp Leventoğlu, Uluslararası Antalya Film Festivali’nde olmaktan ve izleyiciyle birebir buluşmaktan çok mutlu olduğunu söyledi. ” Murat Şeker, Ali Tanrıverdi ve bizler, Taff’ın da desteğiyle, komedi filmlerine pozitif anlamda yeni bir pencere açılması amacıyla; spor ve dramayı da içine alan, sinemadan kazandığımızı sinemaya geri geri vermek için böyle bir filme kalkıştık. Sonuçtan mutluyuz. Umarım bunun gibi başka pencereler de açılır ve sinemamızda daha da çok üretim olur” dedi.
53. Uluslararası Antalya Film Festivali,
8 gün boyunca büyük küçük, genç yaşlı tüm sinemaseverleri Uluslararası Antalya Film Festivali’nde buluşturdu.
Bu yıl, Cam Piramit’le Antalya Kültür Merkezi arasındaki Kral Yolu’nu Festival Yolu’na dönüştürerek bir ilki gerçekleştiren festival, gündüz 12.00 ile gece 00.00 saatleri arasında açık olan Festival Yolu’nda söyleşiler, imza saatleri, her akşam farklı bir grubun katılımıyla gerçekleşen müzik dinletileri, atölyeler, sergiler, sosyal sorumluluk standları noktalarıyla Antalya halkının film gösterimleri dışında da sinemayla dolu saatler geçirmelerini sağladı.
Bu özel etkinlikler çerçevesinde, 20 Ekim tarihinde Festival Yolu Kitap İmza Günü’nün konuğu Hülya Uçansu ve Arif Keskiner’di.
Hem festival konukları hem Antalya halkının yoğun ilgi gösterdiği imza gününde Uçansu; “Onat Kutlar’a Mektup Var” başlıklı kitabını Arif Keskiner “Binbir Renk Binbir Çiçek” i imzaladı. Bu özel etkinliği takip edip kitap imzalatan isimler arasında; Festival Direktörü Elif Dağdeviren, bu yıl festivalin Onur Ödülü sahibi Feyzi Tuna, Yönetmen Yüksel Aksu da vardı.
Ölümünden yirmi bir yıl sonra yakın dostları, sekseninci yaşını kutlamak amacıyla Onat Kutlar’a mektuplar yazarak hasretlerini dile getirdikleri kitapta, paylaştıkları yaşam sürecini anlattılar. Uçansu’nun derlemesi olan kitapta, yakınlarının kaleminden “dostların ve dostlukların sevgilisi” Onat Kutlar anlatılıyor.
“Binbir Renk Binbir Çiçek” kitabında ise okurlar, Arif Keskiner’in gözünden Yaşar Kemal’in hayatından kesitlere tanıklık etme fırsatı bulup, Türkiye’nin son 50 yılının panoramasını takip edebiliyorlar. Okurların anı yazarı olarak tanıdığı Arif Keskiner namı diğer Çiçek Arif binbir renkli, binbir çiçekli ve Yaşar Kemal’li anılarını 60 yıla yaklaşan bir dostluğun öyküsünü okurlarıyla bu kitapta paylaşıyor.
“Film için beş gün Cumhurbaşkanının ofisinde çalıştım”
53. Uluslararası Antalya Film Festivali Uluslararası Yarışma filmlerinden “Kol Saati”nin oyuncusu Margita Gosheva, gösterim sonrası katıldığı söyleşide rolü için beş gün boyunca Bulgaristan Cumhurbaşkanının ofisinde çalıştığını söyledi.
Uluslararası Yarışma filmlerinden “Kol Saati” (Slava) ekibi seyircilerle buluştu. Festivalin Uluslararası Program Koordinatörü Nesim Bencoya’nın moderatörlüğünde AKM Aspendos Salonu’nda gerçekleştirilen söyleşiye; yönetmen Petar Valchanov ve oyuncu Margita Gosheva katıldı.
Demiryolu işçisi Tsanko Petrov’un, raylarda bulup teslim ettiği milyonlarca Leva karşılığında bir kol saati ile ödüllendirilmeyi beklerken Ulaştırma Bakanlığı görevlisi tarafından aile yadigarı saatinden de olmasını hikaye eden film, bir gazete haberinden yola çıkarak yazılmış. Yönetmen Valchanov, bunu şöyle anlattı: “Bu bir üçlemenin ikinci halkası aslında. İlk film, Lesson, üçlemenin ilk parçasıydı. Bu da ikincisi. Bunların tümü gazete başlıklarından ilham alınarak yazılmış hikayelerdir. Gazeteden aldığımız için bugünkü Bulgaristan’ın yaşamından alıntılanan, haberlerin ışığında yapılan hikayeler ve senaryolar. Üçüncü film de böyle olacak. Nasıl bir etki uyandırır ya da uyandırır mı; bilemiyorum. Filmimiz herhalde hiçbir şeyi değiştirmeyecek. Filmin Bulgaristan prömiyeri, Kasım’da. O zaman Bulgar izleyicisinin ve medyanın tepkisini görebileceğiz”
Oyuncu Margita Gosheva da rolü hakkında şunları söyledi: “Birlikte çalıştığımız ikinci film. İlk filmin yüzde 99’unda görünüyordum, bu filmin de yarısında varım. Umarım üçüncüde de yer alırım. Bu role hazırlanmak için çok iyi bir fırsatım oldu; Bulgaristan Cumhurbaşkanı’nın basın ofisinde beş gün gözlemci olarak çalıştım. Oradaki ruh halini, baskıları, stresi öğrenmemi sağladı. Ben insanların siyah veya beyaz olduğunu düşünmüyorum. Bence hem siyah hem de beyazız; hem iyilik hem de kötülük var içimizde. Bunları görebildiğim kadar yansıtmaya çalıştım. Umarım başarılı olmuşumdur” dedi.
“Film çekmek artık çok zor, gelecek yıllarda daha da zorlaşacak”
Ulusal Yarışma bölümünde yer alan “Rüzgarda Salınan Nilüfer” filminin yapımcısı Sevil Demirci, gösterim sonrası söyleşide sinema sektörünün içinde bulunduğu soruna dikkat çekti ve uyardı: Gelecek yıllarda çekilen film sayısı azalacaktır
Ulusal Yarışma bölümü filmlerinden, bol ödüllü ve Altın Portakal’lı ilk filmi “Çoğunluk” ile tanınan Seren Yüce’nin yeni filmi “Rüzgarda Salınan Nilüfer” ekibini ağırladı. Gösterim sonrası AKM Aspendos Salonu’nda sinema yazarı Olkan Özyurt’un moderatörlüğünde gerçekleştirilen söyleşiye; filmin yapımcıları Sevil Demirci ve Gökçe Işıl Tuna, görüntü yönetmeni Barış Özbiçer ve oyuncular Songül Öden, Tolga Tekin, Tülay Günal ve Erarslan Sağlam katıldı.
Montreal Dünya Filmleri Festivali’nde En İyi Senaryo Ödülü kazanan film; Handan’ın yazarlık hevesinin, iki aileyi sarsmasının hikayesi. Handan, kocası Korhan’la yaşadığı kalburüstü hayat içinde kendine meşguliyetler icat etme derdindedir. Korhan ise bu gayretlerin beyhudeliğini bildiğinden pek oralı olmaz. Handan’ın son icadı da yazar arkadaşı Nermin’e özenerek yazarlığa soyunmaktır. Fakat iş, meşguliyeti aşıp rekabete dönüşünce iki aile arasındaki dengeyi bozmaya başlar.
İlk filmle ikinci film arasında geçen sürenin uzunluğunun sebebi sorulduğunda yapımcı Sevil Demirci, sektörde yaşanan zorluklara şu şekilde değindi: “Başka bir hikaye vardı aklımızda ama gündem öyle değişti ki Seren, ondan vazgeçip bu hikayeyi yazdı. Artık Türkiye’de film çekmek çok zor gerçekten. Ses, inşaatlar, kentsel dönüşüm; filmleri mahvetti. Bizim çekimlerimiz de uzun sürdü. Ana mekan olan evi bulmak aylar sürdü. Bütün Bağdat Caddesini, kafeleri gördük. Gerçekten İstanbul’da, doğal, sokaklarda böyle bir yer bulmak çok zor. Sesçimiz çok bunalmıştı; dışarıdan gelen sesler çok büyük zorluklar yarattı. Filmi izlerken gördüğüm her mekanda Barış’a, ‘burada neler yaşadık’ dedim. Kafeler gece saat 12’ye kadar izin veriyor. Tekrar şansımız da olmadı. İstanbul’da film çekilmez, bu noktaya geldik. Gelecek yıllarda çekilen film daha da azalacaktır. Pahalı bir sanat; gösterecek sinema salonu bulunamıyor. Herhalde beş ya da on yıl sonra Seren’le
“Sinemanın bir görevi de menkıbeleri yeniden yorumlamaktır”
Türk sinemasının usta yönetmenlerinden Derviş Zaim, son filmi “Rüya” ile Ulusal Yarışma için 53. Uluslararası Antalya Film Festivali’ndeydi. Zaim ve film ekibi, gösterim sonrası seyircilerin sorularını cevapladı.
Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 53. Uluslararası Antalya Film Festivali, Türk sinemasının usta yönetmenlerinden birini daha ağırladı. Anadolu irfanını, sinema diline taşıyan özgün yorumlarıyla dikkat çeken Derviş Zaim, son filmi “Rüya” ile Antalya’daydı.
Film gösteriminin ardından AKM Aspendos Salonu’nda sinema yazarı Olkan Özyurt’un moderatörlüğünde gerçekleştirilen söyleşiye; yönetmen Derviş Zaim’im yanı sıra oyuncular Mehmet Ali Nuroğlu, Ayşe Lebriz, Dilşad Bozyiğit ve Ebru Helvacıoğlu katıldı.
Zaim, “Geleneklerle ilgili yapmaya çalıştığım filmin son halkası” diye nitelediği yeni filmi hakkında şunları söyledi: “Yedi uyuyanlar menkıbesinden esinlenerek hareket ettik. Sinemanın, menkıbeleri yeniden yorumlamak gibi bir görevi de olduğunu düşünüyorum. Filmde projeksiyonla yansıtılan dev köpek de yedi uyuyanlar menkıbesindeki köpek olan Kıtmir’e göndermedir. Filmde İstanbul’un yani hepimizin koruyucusudur.” dedi.
Festivalde dünya sineması geçidi
53. Uluslararası Antalya Film Festivali’nin söyleşileri, Polonya’dan Marakeş’e, Tunceli’den Lübnan’a uzanan geniş bir yelpazedeydi. “Abbas Kiyarüstemi ile Martin Scorsese Marakeş’te”, “Bana Git De”, “Havalı Bomba” ve “Kıyıdakiler” filmlerinin ekipleri seyircilerin sorularını cevapladı.
Antalya Büyükşehir Belediyesi tarafından düzenlenen 53. Uluslararası Antalya Film Festivali dünyanın dört bir yanından filmleri sinemaseverlerle buluşturduğu gibi farklı kültürlerden sinemacıları da seyircilerle bir araya getirmeye devam etti. Yakın zamanda kaybettiğimiz İranlı usta yönetmen Abbas Kiyarüstemi Anısına hazırlanan bölümde yer alan “Abbas Kiyarüstemi ile Martin Scorsese Marakeş’te” (Once Upon a Time in Marrakesh) belgeseli, Rengahenk seçkideki “Bana Git De” ile “Kıyıdakiler” ve İlk Filmler bölümündeki “Havalı Bomba” (Film Kteer Kbeer) ekipleri, gösterimleri sonrası seyircilerin sorularını cevapladı.
Seyfullah Samedyan: Hollywood ya da aksiyon filmleri gönlünüzde bir şey bırakamaz
Festivalin Uluslararası Program Koordinatörü Nesim Bencoya’nın moderatörlüğündeki “Abbas Kiyarüstemi ile Martin Scorsese Marakeş’te” belgeselinin söyleşisine katılan yönetmen Seyfullah Samedyan, asıl amacını “Sinemanın kurduğu barışı göstermek” olduğunu söyledi. Samedyan, sözlerini şöyle sürdürdü: “Benim için bu filmde en önemli olan şey, kamera ile olan biten her şeyi kaydetmekti. Bizim bütün filmlerdeki tekniğimiz, ânı yakalamaktı. Kiyarüstemi hakkında yaptığın diğer belgesel olan ‘76 Dakika 15 Saniye’de Kiyarüstemi’nin günlük hayatını aktarmaya çalıştım. Fazla diyalog kullanmadım. Ama bu filmdeki farklı bir teknikti; sadece bir kameram vardı. O yüzden bu film biraz daha karmaşık. Bu filmde iki tane belgesel çıkacak malzeme vardı aslında. Sadece Kiyarüstemi’nin konuşmalarından bir belgesel yapıp öğrencilerinin konuşmalarını ve orada yapılan işleri ayrı bir belgesel olarak sunabilirdim ama benim asıl hedefim, şunu göstermekti: İran’ın, Amerika’nın, dünyanın her yerinden gelen öğrencileri, yönetmenlerin bir araya toplanışını, sinemanın kurduğu bu barışı göstermek. Benim yapmaya çalıştığım, gerçek filmlerden sürreal filmlere gitmek. Hayattaki mucizeleri yakalayabilmek. Hollywood ya da aksiyon filmlerinde, ticari filmlerde gönlünüzde ve aklınızda bir şey kalmıyor. Asıl film bittikten sonra sizde başlıyorsa gerçekten değerli filmdir”